Yerelin yücelerinden memleketi kurtaracak sihirli formül diye sunulan “merkez siyaset” önerisi, aslında ülkeyi bu noktaya taşıyan ve şimdilerde yeniden tahkim edilip siyaseten üzerinde yürünmek istenen kaygan bir zemin!
Kuşkusuz bu sisler bulvarında yeni bir “yetmez ama evet” dalgasıyla yüz yüze gelmek sizler içinde sürpriz olmamıştır. Üstelik bu kez daha önceki türevlerine temelden karşı olanlarca hararetle desteklenen bir ikinci dalga söz konusu!
Umarım, önceki ve aslında her zamanki histeri ortamının sunduğu gibi, bu kez de günümüz liberal kavrayışın içine girdiği geçici körlük veya körlüğü teşvik eden maksatlı çarpıtmalar, toplumsal yapıyı inciten, utandırıcı/yorucu olabilecek yeni sorunlara zemin hazırlamaz!
Merkez ve çevre kavramlarını siyaset literatürüne kazandıran Edward Sihls, kuramını, modernleşen toplumlarla ilişkilendirilerek; Merkezin değer sisteminin benimsemesi için. Bütünleşmiş bir ekonomik sistemin varlığını, kentleşmenin ve eğitimin sunduğu olanakların toplumun geniş kesimlerine yaygınlaşması ile toplumun farklı kesimlerinin birbiriyle daha fazla iletişim kurabileceğini iddia eder.
Bu bağlamda siyaset kurumu, tarih boyunca içinde bulunduğu sorunlar karşısında sürekli kendini güncelleyen dinamik yapısıyla varlığını korumuş ve kabul görmüştür. Ancak Türkiye’de merkezi elinde bulunduran demokrasi engelli geçmişin geleneksel aktörleri, eğitim ve iletişimi öteleyip, yıllarca çevrenin muhalefetini yok saymış, çeşitli yöntemlerle baskılamaktan öte hiçbir girişimde bulunmamıştır. Bunun sonucu olarak, içte sürekli mağduru oynayan ve verdiği ödünlerle dışta uluslararası sistemin etkili aktörlerinin de desteğini alan sözde özgürlükçü çevre, merkezin geleneksel sahipleriyle iktidar mücadelesine girmiş ve 2002 itibariyle merkeze bir güzel yerleşmiştir.
Yerleşmiştir yerleşmesine fakat son 22 yıllık siyasal süreç içinde, geçmişe rahmet okuturcasına, tüm İnsan hak ve özgürlük alanlarına mayın döşemekten de kendini alamayıp, ülkeyi açık hapishaneye dönüştürmüştür. Parlamenter sistemi çökertip, merkezin gücünü kendi dışında kalan toplumsal aktörlerle paylaşma eğiliminde olmayan bu sistem, dayattığı tek adam rejimiyle zaten sorunlu olan ülke demokrasisini farklı mecralara taşıyıp, “devletin birliğini ve ülkenin bölünmez bütünlüğünü” tehdit” eder hale getirmiştir.
Kuşkusuz ki çevrenin desteğiyle iktidara taşınan siyasi iradenin, güvenlik bürokrasisi başta olmak üzere kamu bürokrasisini denetimi altına alması demokrasi adına olumlu bir gelişmedir. Ancak erkler ayrılığı ilkesini yok sayıp, erkler birliğinde yoğunlaşması kabul edilebilir değildir. Demokrasinin temel değerlerinden birisi olan hukuk devleti ilkesinin başat aktörü konumunda olan yargının siyasi iradenin kontrolü altına alınıp, temel hak ve özgürlüklerin pazarlık konusu yapılması, iç barışın gerçekleşmesinin önündeki en büyük engeli teşkil etmektedir!
Diğer yandan, ülke ekonomisinin büyümesi ve üretim artışının ülkenin refahına ve demokrasinin gelişimine katkı yapması beklenen siyasi iktidarın, başta medyada tekelleşme olmak üzere, KİT’lerin üzerine kabus gibi çökmesi, tüm sektörlerde tekelleşmenin önünü açıp, sermayenin büyük oranda el değişmesine neden olmuştur.
Oysa yandaşa sermaye aktarmada yasa ve sınır tanımayan bu yönetim tarzı, özellikle demokratikleşmenin sunacağı özgürlük ortamında, yükleneceği siyasal, yönetsel ve sosyal sorumluluk bilinciyle, toplumun içine sürüklendiği ekonomi dahil tüm sorunsalın çözümlenmesi noktasında belirleyici rol üstlenebilir ve belki de sürecin bu denli “vahim” olması engellenebilirdi?
Bu ahval ve şerait içerisinde, Türkiye’nin birinci partisi konumundaki CHP’nin, iktidara ve güç odaklarına şirin görünme sevdasından vazgeçip, acilen kendini güncellemesi ve yeni duruma göre konumlanması gerekmektedir.
İktidarın kolaylaştırıcısı olmaktansa, tıpkı yerelde olduğu gibi genelde de, toplumsal muhalefet ile buluşup, siyasi iktidar için alternatif güç olduğu duygusunu toplumun her zerresine yaymayı başarabilen CHP, yeniden gelecek güzel günlerin umudu olacaktır.
Sevgiyle, dostlukla.