Bilem farkında mısınız?
Toplumsal katmanlar arasındaki farklar, çelişkiler, mücadeleler konuları üzerinden süreci tartışırken, giderek toplumumuzda (kendi tanımlarıyla yurdu herkesten çok sevdiğini iddia eden) bir fırıldaklar topluluğu ortaya çıkıverdi.
Boşuna, bu topluluğun sosyal- ekonomik- siyasi kökenlerini irdelemeye kalkışmayın. Böylesini, ekonomi, sosyoloji, siyasal bilgiler kitaplarında denk gelemezsiniz. “Yurdu herkesten çok severler” klasik sınıf türlerinin çok dışında bir sınıftır. Gerçi, her devirde, her iklimde, bu arada bizde de bu günkü nitelikleriyle söz konusu guruba, bir küçük topluluk halinde rastlamak mümkündür.
Ancak, tetikçilikle maruf bu çıkar gurubunun toplumsal bir karakter kazanışa geçiş mucizesi, bileşenlerinin son zamanlarda ayrımsız her iktidar kesiminin aile fotoğraflarında ve ihale portföylerinde boy göstermeleriyle gerçekleşmiştir. Sakın “amma da palavra, bilim dışı bir söz” deyip geçiştirmeyin. Önce dinleyin…
Sözüm ona, “yurdu herkesten çok seven” bu güruh,( kimi zaman içselleştirerek, kimi zaman, kişisel çıkarlarının üzerini örterek ya da ikisini birleştirerek) yurdun üzerine titrerler! Öyle ki, hem titrerler, hem de başkalarının bunu görüp bilmesi adına; (özellikle de paydaş olamadıkları) Uluslararası Konsorsiyumların, çalışma alanı seçtiği yeraltı ve yerüstü zenginliklerimizin en gözü kara savunucusu kesilip, ırmağının akışına türkü çığırıp popülist politikanın daniskasını üretirler!
Zamanla “ya sev ya terk et” boyutuna taşınan bu sayrılı sevdaları nedeniyle, kendilerinden saymadıklarını ayrımsız “sen de yurdu çok sevsene ulan…” diyerek, ya sokak ortasında infaz eder, ya da döner bıçağı elde kovalamaktan tarihsel bir haz duyarlar! “Hiç kimse yurdu bizden çok ve bizden değişik sevemez” in kesin inancını kuşanmış bu grup kendilerinin dışında “biz de severiz” diyenin, tereddütsüz dünyasını zindana çevirirler.
Yurdu sevmenin yolu ve yöntemi tektir, ve onların yorumladığı gibidir! Ötesi vatana ihanettir. Eleştirilmez. İrdelenmez. Hele hele, bu uyarıyı önemsemeyip “sokağa çıkanın ya da sokağa davet edenin” anında boyunun ölçüsü alınır!
Bu benzer baskıcı eğilimlerin öne çıkardığı ortak nokta; demokratik prensiplerin sağlayacağı meşruiyete ihtiyaç duymamak, toplumsal tepkilere ve itirazlara kulak asmamak, hatta şiddetle bastırmak şeklinde öne çıkmaktadır. Sizce bu süreçler, belirlenen hedef kitleleri, söylemleri ve öncelenen yıldırma politikalarıyla faşizmin ne kadar uzağına düşüyor?
Thomas Mann’ın, “İdeoloji” değil de “Organize Kötülük” olarak tanımladığı “Faşizmi”, öyle Godot’yu bekler gibi gözlemenin alemi yok. Kayıtsız koşulsuz tek adam önderliğinde, gündelik hayatın farklı alanlarını bir tehdit unsuru olarak tanımlayarak güç kullanım zeminini genişleten faşist sistemler; iktidarlarının sürekliliğini ve toplumun bir bütün olarak sadakatini sağlayacak mekanizmaları, politik, ekonomik ve toplumsal araçları sonuna değin kullanmaktan geri durmazlar. Bu sayede bir taraftan tek tip bir toplumsal düzen inşa etmek için kitleleri belli bir yöne mobilize eder. Diğer taraftan, bu çemberin dışında kalan farklı kesimleri, talepleri ya da görüşleri kriminalize edip, bunları bir güvenlik tehdidi olarak tanımlarlar.
Varlığını alternatif görüşleri, özgür düşünceyi, her türlü muhalefeti ve bunları içeren kişi- kurum- grupları ortadan kaldırarak sürdüren organize kötülük. Bu hukuk tanımaz pervasız tavrıyla; Acaba gerçekten de hatırlamak istemediğimiz geçmişe ait ve bir daha geri gelmesi istenmeyen bir siyasi leke mi? Yoksa yaşadığımız çağa uyumlanmaya çalışırken algımızın bulandırılmasına izin verdiğimiz bir karabasan mı?
Sormak, sorgulamak çağımıza olan ötelenemez ödevdir. Zira hesaba çekilmeyen sorumluluktan kaçar dostlarım.
Hesap sormaya en çok ihtiyaç duyduğumuz günlerdeyiz. İşçi sınıfının o güzel seslenişiyle “Ya Hep Beraber, Ya Hiç Birimiz.”
Sevgiyle, dostlukla.