FUTBOL KONUŞALIM SİYASETİ KARIŞTIRMAYALIM!
Öncelikli olarak şunu ifade edeyim ki bir ülkede güçlülerin hukuku geçerliyse, orada her insan kendi adaletini sağlama yoluna gider… Hukukun işlemediği, adaletin olmadığı, özgürlüklerin yok sayıldığı, ‘benden olmayan, ‘ötekidir’ mantığının hüküm sürdüğü yerde de anarşi başlar. Üzüntüyle ifade edeyim ki burjuva demokrasisiyle yönetilen ülkeler arasında hukuk ve adaletin; özgürlüğün en az işlediği, hatta zaman zaman güçlülere karşı hiç işlemediği ve bu kavramların onların dümen suyuna girdiği ilkelerin başında Türkiye geliyor. Tüm bunların yanında ne yazık ki ötekileştirme siyasetinin yarattığı kutuplaşma da tüm bunların üzerine tuz biber ekiyor. Ne yazık ki bu hukuksuz ve adaletsiz, özgürlükler, ‘ben istediğimi yaparım’ şeklinde algılandığı ve nüfusun yarısından fazlasının dışlandığı düzen, futbola da iliklerine kadar işlemiş ve her açıdan bu güzel oyunu her geçen gün biraz daha kirletiyor.
Bununla birlikte ülkemiz her alanda şiddet sarmalının içinde debelenip duruyor. Emekçi hak arayışı için sokağa çıktığında, başında polis bitiyor, copluyor, tazyikli su sıkıyor, biber gazıyla nefessiz bırakıyor, yerlerde süründürüyor, karga tulumba karakola götürüyor. Köylü topraklarını, ormanlarını, akarsularını maden şirketlerine karşı korumaya çalıştığında , sermayenin bekçiliğine soyunan devleti yönetenler karşılarına jandarmayı çıkarıyor. Görülmedik şiddet uyguluyor. Köylü milletin efendiliğinden dipçik darbelerine layık kitle haline dönüştürülüyor. İktidarı elinde bulunduranlar, muhalefete çeşitli kılıflar uydurarak sözel ve gerekirse fiziki şiddet uygulamaktan geri durmuyor. İnsanlar sürekli ötekileştiriliyor. ‘Benden olmayan, tekerime çomak sokanlar, haindir, çapulcudur” mantığıyla hareket ediyor yıllarca… Daha birçok ayrıntı sayabiliriz ama bu örnekler bile yeterli değil mi?
Bu noktada demokrasinin daha ileri gibi görüldüğü ülkelerde de köylü, emekçi, emekli, yani toplumun ezilenlerinin mücadelesi karşısında hep devletin kolluk kuvvetleriyle ve şiddetle bastırılıyor. ABD’de de, Kanada’da da, Fransa’da da, Almanya’da da, İtalya’da da, Belçika’da da, İngiltere’de de hak peşinde koşanların karşısına hep ceberrut bir devlet gücü ile ve orantısız şiddetle çıkılıyor. GÜÇLÜNÜN ZAYIFA ŞİDDETİ UYGUARLIK TARİHİ SORUNUDUR Peki ülkeler arasındaki şiddet sarmalı nasıl işliyor? Ekonomik, sosyal, kültürel, askeri ve teknolojik açıdan gelişmiş ve sonuçta dünyanın tüm nimetlerine el koymayı hak sayan emperyalist nitelik kazanmış güçlü devletlerin, kendilerine göre zayıf ve çıkarlarına dokunan ülkelere savaş ilan etmeleri, milyonlarca insanı öldürmeleri, on milyonları vatanlarından sürmeleri, mülteci durumuna düşürmeleri, yüz binlerce kadının ırzına geçmeleri, masum çocukları hunharca katletmeleri, şehirleri, kasabaları, köyleri enkaz yığını haline getirmeleri sanki doğanın kanununun bir gereğiymiş gibi görülüyor… Buna Birleşmiş Milletler isimli emperyalist ülkelerin emirlerini uygulamakla görevli örgütler de sessiz kalıyor, hatta büyük çoğunlukla onaylıyor ve bu şiddetin en büyük destekçisi haline dönüşüyor. Yani güçlünün, zayıfı en acımasız bir şekilde ezdiği, sindirdiği, kültürünü, dilini, dinini, sosyal yaşam biçimini yıkma yolunda attıkları her adım adeta “devrim” gibi sunuluyor tüm dünya halklarına… Uygarlık tarihi boyunca binlerce yıldan günümüze gelen bu anlayış içselleştirilerek yaşanırken, bizler erkeğin kadına, babanın ya da annenin çocuğuna, insanların hayvanlara yaptıkları şiddetten söz ediyoruz ve lanetliyoruz.
Sonra da bir futbol maçında taraftarın galeyana gelmesini, sahaya yabancı madde atmasını veya sahaya inerek futbolcu dövmeye çalışmasını yadırgıyor ve yargılıyoruz. Kuşkusuz bunları kabul etmemiz söz konusu bile değil ve cepheden karşı çıkıp, önlemek için elimizden geleni yapacağız. Ancak şiddeti yaratan koşulları ortadan kaldırmadan, ülkenin ülkelere, güçlünün zayıfa şiddeti lanetleyip, önüne geçmeden, bireysel şiddete başvuranları yargılamak, mahkum etmek sadece yasak savmadır. Ya da havanda su dövmedir. Veya şiddeti doğuran nedenlere yüz çevirme ve kolay yolu seçmedir. Şiddeti uygulayan çok güçlülere karşı sesini çıkaramamanın ezikliğiyle, zayıflıklarının sonucu tepkisel tutumla şiddete başvuran insanları lanetleyerek ve mahkum ederek vicdan rahatlatmaktan başka hiçbir işe yaramayan eylemler yapıyoruz açıkçası… Bunun için özellikle ülkelerin ülkelere, devletin yurttaşına şiddetine cepheden karşı durup, bunu önlemek için can pahasına mücadele etmeden sadece insanların tek tek, kitle psikolojisinin verdiği güçle bir anlık öfkeleriyle yaptıklarına koyduğumuz tepkinin pek bir anlamı yoktur. Bu bir sonuç da vermez.
Gelelim bir başka ve asıl konuya… FUTBOL POLİTİKASI DA BELİRLEYEN SİYASET KURUMUDUR Bakın politika bir ülkenin tüm insanlarının hayatını nasıl yaşayacağını belirleyen kurumların başında yer alıyor. Bu dünyada da, ülkemizde de böyledir. Yani bir teoriyi ya da eylemi anlatırken ya da eleştirirken, onu politikadan ayrı ele almaya kalktığımızda sığ ve anlamsız bir görüş ortaya koymuş oluruz. Gerçekleri bağlamından koparırız. Bir kere politika bir ülkede demokrasinin, özgürlüklerin, insan haklarının, adaletin, hukukun, dış politikanın nasıl yürüyeceğine karar veren mekanizmadır. Bunun yanında ve en önemlisi de bir ülkede üretim ve tüketimle ortaya çıkan milli gelir ya da Gayrı Safi Milli Hasıla toplumun ortak yarattığı bir ekonomik değerdir. Bu birikimin devletin maliye ya da ekonomi bakanlıklarında toplanmasından sonra ortaya çıkan trilyonlarca liralık bir kaynağın nasıl kullanılacağına karar veren mekanizma yine politika ve onun uygulayıcısı bürokrasidir. Yani bir ülkeyi yönetenler, önceliği inşaat sektörüne verdiğinde ve tüm teşvikleri bu sektöre sunduğunda bir bakmışsınız ki müteahhitler korkunç servetler biriktirmiş…
Sanayii ya da teknolojiyi ön plana alıp, ona göre yasalar çıkardığında bu kez aynı servet birikimi sanayi ve teknolojiyle ilgili büyük patronların kasalarını tıka basa doldurmuştur. Eğer yaratılan tüm ekonomik değerlerin halkın bütününe emeğine ve yeteneğine göre adıl dağıtımını düşünebilir. Bu durumda da tüm toplum en azından ekonomik açıdan refah içinde yaşar, kimsenin birbirini sömürmediği ve barış içinde yaşadığı sistem ortaya çıkar. Ülkemizde de siyaset kurumu, sermaye sınıfına, yani rantiyeye, sanayiciye, inşaatçıya neredeyse üretilen ekonomik değerlerin yüzde 80’nini aktarıyor. Geriye kalan yüzde 20 de acı ki yüzde 90’ı oluşturan geniş halk yığınlarına kalıyor. Yani birkaç milyon kişiye köşeyi döndürürken, 80 milyon kişiye ise yarı aç yarı tok bir yaşamı layık görüyor.
Böyle bir düzeni kuran ve yürütenler için halkın gerçeklerden tümüyle uzaklaşması gereken araçlara ihtiyaç da kaçınılmazdır. Bugün dünyanın büyük bölümünde ülkeleri yönetenler ve siyasi mekanizmalar din ile futbolu besleyerek, halkın sorunlarını bir kenara iterek, seçimden seçime vaatlerle kandırarak koltuklarında rahat etmenin yolunu seçerken bu iki olguyu da tümüyle araçsallaştırmaktan geri durmamışlardır. Yani halkın gerçeklerden uzaklaşmasını sağlayan uyku tulumu tüm dünyada ve ama özellikle ülkemizde din ve futboldur. Ancak bu sadece ülkemiz için değil, bugün Avrupa’da da, Asya’da da, Afrika’da da, hatta son dönemlerde (Futbol açısından) ABD’de de böyledir. Çünkü kitlelerin en iyi uyku tulumları futbol ve dindir… Neden? Çünkü milyarlarca insanın saf bir aşk ile bağlandığı alanlardır bu iki olgu… Bakın ülkemizde özellikle Diyanet İşleri Başkanlığının her yıl bakanlıkları aşan bütçelerle desteklenmesi tartışılır durur.
Neden?
Çünkü iktidar, halka vaat ettiklerini yerine getirmeyeceğini bildiği için, daha doğrusu onların saf duygularıyla oynayarak çok uluslu ve yerli sermaye grupları zenginleştirmek istediklerini gizleme ya da unutturmanın yollarından biridir dine sarılmak… Dinin kaderci yaklaşımına boyun eğmelerine olanak sağlamak çok kolaydır. Bunun nedenle Diyanet İşleri Başkanlığı bütçeden en büyük payı alır ve onun aracılığıyla da tüm camiler siyaset arenasına dönüşür. İktidarı savunan mekanizmalar haline gelir. Halk ise kutsadığı dinin temsilcisi müftü, imam, müezzinlerin ağzının içine bakar… O ağızların içine bakarken de birileri kasalarını dolarlarla, Euro’larla doldurur.
FRANKO’NUN ‘BANA 100 BİN KİŞİLİK UYKU TULUMUYAPIN’ ANLAYIŞI Aynı bağlamda bir bakın bakalım 1980 yılından sonra futbola yapılan yatırımlara… Yükselen statların görkemine… İspanya’nın faşist diktatörü tüm ülkeyi bir işkence merkezine çevirip on binlerce insanı katlettiren Franko, futbolun kitleler üzerindeki etkisini gördüğünde, “Bana 100 bin kişilik uyku tulumları yapın” dedikten sonra Real Madrid’in 110 bin kişilik Bernebao Stadı inşa edilmiştir. Türkiye’de de son 20 yılda birçok stat inşası dikkatlerinizden kaçmamıştır değil mi? Peki bu süreç içinde çocukların, gençlerin boş zamanlarını değerlendirmeleri ve daha sağlıklı nesiller haline gelmeleri için köylere, ilçelere, mahalle aralarına bir tek doğru dürüst tesis yapıldı mı? Futbol, basketbol, voleybol sahaları, atletizm pistleri, tenis kortları mesela… Halkın sağlıklı yaşam koşullarını geliştirecek doğru dürüst tek koşu ya da spor alanı var mı köylerde, ilçelerde, yaylalarda… Yok değil mi? Çünkü iktidarın ya da iktidarların temel hedefi futbolu ya da sporu halkın sağlıklı yaşam aracı yapma diye bir derdi yok, hiç de olmadı… Tek dertleri onu kendi lehine kullanabileceği bir meta haline getirmek… Bunun yolu da 30 bin, 40 bin, 50 bin, 80 bin kişilik uyku tulumları yapmak…
Tabii bunlar olurken futbola aktarılan paralar da artık hayal sınırlarını aşma noktasına geldi değil mi? Trabzonspor’dan bir örnek vereyim isterseniz. Bırakın 1980’li yılları, 31 Aralık 2000 yılında yapılan Trabzonspor kongresinde para babası Mehmet Ali Yılmaz başkanlığındaki yönetimin kongreye sunduğu mali bilanço 11 milyon liraydı. O günkü kurla 10 milyon dolar civarı bir rakam yani… Bugün bütçesi 70-80 milyon Eurolarda gezinen ve borcu 150 milyon Euro’yu bulmuş bir Trabzonspor var karşımızda… Bordo-Mavili kulüp böyle de, diğerleri farklı mı? Onların da bütçesi her yıl arttıkça artıyor ama borcu çok daha fazla yükseliyor. Peki bu nasıl oluyor? Uzun yıllardır, “Endüstriyel futbol safsatası” altında bir kavram geliştirildi. Aslında tüketim futbolu denmesi gerekiyor da, ismini güzelleştirip, topluma zoka gibi yutturma gayreti kuşkusuz Endüstriyel futbol ismi…
Aslında tek hedeflenen, tüketim toplumu haline getirilen tüm ülke yurttaşlarında olduğu gibi kulüplerin de sürekli transferler yapmasını, teknik adam değiştirmesini ve bu aracılıkla birlikte de piyasada paranın dönmesini sağlamak… O dönen paraların da sonuçta siyaset ve kapitalistlerin kurumsal yapılarına akmasına zemin hazırlamak… Yani ihtiyacından fazlasına sahip olma güdüsünü tetiklemek… Kulüplerde her yapılan transfer milyonlarca taraftar kitlesinin heyecanının doruğa çıkmasını sağlıyor acı ki… Bir teknik adam değişikliği kitlelerde günlerce, aylarca konuşuluyor, tartışılıyor. Bir kongre yapılacakken başkanın kim olacağı, yönetime kimlerin gireceği de taraftarın en büyük ilgi alanı oluyor. Yani halka, ‘Cambaza bak’ derken, kendilerine yakın şirketleri daha da zenginleştirirken, 85 milyon insanın hakkı olması gereken parayı bir avuç gözü doymazın kasalarına boca etmek futbol afyonunun görevi oluyor. Kitleler ise din ve futbolla birlikte uyutulurken, kendi hayatlarını işkenceye dönmesinde politikanın rolünün ne olduğunu tartışmıyor bile… POLİTİKACININ TEK AMACI UYKUYA DALMIŞ KİTLELER Kuşkusuz siyaset bunu yaparken, zenginleştirdiği ve artık servetlerinin büyüklüğü hesaplanamaz noktaya getirdiği bu gözü dönmüşlere de, “Kulüplere sponsor olun, reklam verin, biraz para aktarın” emri de kaçınılmaz olarak gidiyor tabii ki… Siyaset aracılığıyla halkı iliklerine kadar sömüren gözü doymazlar da, kurulan bu aşağılık düzenin sürgit devam etmesi için ellerinden geleni yapıyorlar. Kulüplere halktan çaldıkları servetlerine göre birkaç kuruş aktarıp, milyonlarca taraftarının gözünü boyamayı ve şirin gözükmeyi, sistemi de meşrulaştırmayı başarıyor… Servet ne kadar insanın elinde birikiyorsa, kulüplerin kasalarına da o kadar fazla para bırakılıyor. Ama o kulüplerin futbolcu ve teknik adam üreterek başarıyı yakalama istekleri adeta yasaklanırken, sürekli transferlerle de bir cebinden giren, diğer cebinden de çok daha yüksek miktarda çıkıyor. Ne yazık ki kulüpleri de yönetenler, futbol cehaletinin doruklarında gezinenler ve ekonomik açıdan büyümeyi hedefleyenler olunca da siyaset amacına çok daha kolay ulaşıyor. Bir yandan da bankalar aracılığıyla verdiği kredilerle de yine kulüpleri kendilerine göbekten bağımlı hale getiriyor.
Sonra ne mi oluyor? Kulüpler tümüyle iktidara, yani siyasi iradeye biat eder hale geliyor. Siyasi irade bu fırsatı kaçırır mı?
Kaçırmaz tabii ki!
Adım adım kulüpleri ele geçirme politikasını hayata geçirme eylemine girişmekte vakit kaybetmeden yola koyuluyor. Önce yönetimlere kendilerine yakın isimleri sokuyor. Sonra bu isimlerin başkan olmasını sağlıyor. Ardından yönetimlerinin tümünün kendilerine aşkla bağlı isimlerden oluşması koşullarını oluşturuyor. Bu arada futbolun çatı kuruluşu Futbol Federasyonunu ele geçiriyor. Kulüpleri tümüyle avucunun içine almış siyaset, TFF’yi kimin yöneteceğini belirliyor. Bunu kulüplere dayatıyor. Zaten siyasi iktidara ekonomik ve ideolojik açıdan göbekten bağlanmış olan kulüp başkan ve yöneticileriyle birlikte taban birlikleri de iktidarın işaret ettiği ismin etrafında kenetleniyor. Bu da yetmiyor. Profesyonel Futbol Disiplin Kurulu, Tahkim Kurulu, Uyuşmazlık Çözüm Kurulu, Hakem Kurulu başkan ve yöneticilerini de dayatıyor siyaset kurumu… Tabii ki Merkez Hakem Kurulu çok önemli bir görev üstleniyor. Başkanı ve yöneticileri de siyasi iktidarın emir erleri oluyor. Tüm kulüpler ve TFF başkanı ve yönetimi de buna, “Eyvallah” diyor… Bunlar da yeterli gelmiyor siyaset kurumuna… Yerel anlamda kendilerine yakın hakemlerin yükselmesi için ellerinden geleni yapıyorlar. Böylece kişilikleri zayıf, adalet duygusu gelişmemiş ve birilerinin yardımıyla yükselmenin verdiği eziklikle emirle düdük çalma ya da bayrak sallama noktasına gelmiş hakemlerle futbol sahalarında adalet bekler(!) noktaya geliyoruz. SİYASET KURUMLARI, KULÜPLERİ, TRİBÜNLERİ ELE GEÇİRDİ Kuşkusuz bunlar da yetmez siyaset… Kolay elde edilebilecek, genellikle yoksul aile çocukları olan ve ellerinden de pek bir iş gelmeyen taraftar gruplarına yöneliyorlar… Onlar arasında da satın alabileceklerinin rüyalarında göremeyecekleri paraları ceplerine boca ediyor. Kimine iş, aş veriyor. Ve bakıyorsunuz ki taraftar grupları da siyaset kurumunun emrine girmiş…Aslında taraftarlık kimliğine sahip olan kişi, “Koşulsuz seven, kendini veren, kendinden veren” olmalıdır. Çünkü bir taraftar için kulüp ve dolayısıyla takım üst kimliktir ve asla hiçbir çıkar onun üzerinde tepinemez. Ama para için girmeyeceği kılık olmayan, bu ezilmiş, horlanmış, kenara köşeye atılmış kitle bir bakmışsınız ki, kulüp çıkarlarını değil, ceplerine paraları boca edenlerin borazanı haline gelmiş… Eylemlerinin sonuçlarının ne olabileceğini bilerek ya da bilmeyerek tribünlerde astıkları pankartlar, attıkları sloganlar, tarafı oldukları kulübe büyük zararlar verirken, siyasette hizmette ise sınır tanımıyor. Böylece kapitalist sistemin yarattığı kirlilik içinde yoksulun sporu olan futbolda renk bozukluğuna uğramayan bir tek paydaş kalmıyor. Artık futbol bir meta, kulüpler de araçsallışmış birer nesne haline dönüşüyor.
Tabii ki futbolun bu kadar içine giren siyaset, kullanmayı sadece seçimlerde oy deposu yapmayla bitirecek değil ya! Artık bu ülkede hangi takımın şampiyon olacağını, yarışın içinde kimlerin bulunması gerektiğine, kimlerin önünün açılmasının siyaseten daha doğru olduğuna da karar vermeye başlıyor. Bir sezonu tahakküm altına alma bir yana, tek tek maçlarda verilecek hakem kararlarını bile dizayn etmekten geri durmuyor. Bunu da gururlanacak bir durum olarak düşünüyor. Düşünün bu ülkede Recep Tayyıp Erdoğan başbakanlık koltuğunda otururken 2010-11 sezonunda dönemin Fenerbahçe başkanı Aziz Yıldırım’ı ve kaptan Alex de Souza’yı makamında kabul ederken, kendisine sunulan formaya, “Keşke Alex’in terli formasını getirseydiniz. Aman Buca’da bir kaza olmasın” dedikten sonra da, “Kameralar da var, yanlış anlaşılmayalım” diye sözde düzeltmeye çalıştığını sanırım belleklerimizdedir. Bucaspor 3-1 öndeyken ve ikinci yarının ortaları gelmişken hakemin kararlarıyla nasıl 5-3 mağlup edildiğini unutmadık değil mi? Sonraki süreçte Fenerbahçe’nin kazaya uğramaması adına hakemlerin gayretleri hala benimizde tazeliğini koruyor… KİMİN ŞAMPİYON OLACAĞINA KARAR VEREN İRADE! Ya da, Fenerbahçe taraftarı Trabzon’da olay çıkarıp, 8 yaşındaki bir kız çocuğunun kafasından oluk oluk kanlar akmasına sebep olduktan sonra, 1 maç ceza almalarının üzerine yine CNN Türk TV’ye çıkan Erdoğan’ın, “Fenerbahçe orada misafirdi, ceza alması çok yanlış, bu düzeltilmeli” dediğinde Tahkim Kurulu bunu anında emir kabul ederek Sarı-Lacivertlilerin cezasını nasıl da kaldırmak için acele etmişti hatırladınız mı? Bunun üzerine dönemin Trabzonspor başkanı merhum Özkan Sümer, “Siyaset kurumuna karşı Trabzonspor’un haklarını koruyamadığım için görevimden istifa ediyorum” duruşunu da mı unuttuk? Veya, 2010-11 şike sezonundan sonra, “Kişilerle kurumları ayıralım” diyerek Fenerbahçe’nin kendi çıkardıkları yasa gereği küme düşmesini engelleyen kimdi? Aynı süreçte, şike yasasını değiştirip, Aziz Yıldırım ve arkadaşlarının hapisten çıkmasını sağlayan şahsı hatırlayan var mı? Y:a da, “Avrupa’ya üç-beş yıl gitmezsek ne olur ki” diyerek bir ülkenin çıkarlarını bir takıma boğdurmak isteyen siyaset kurumu değil de, Kanarya Sevenler Derneği miydi? Sonra, “Artık hakim kararıyla ve yasal yollarla da olsa dinleme kayıtları mahkemelerde delil sayılmayacak” yasasını çıkarıp, tarihte görülmemiş ve hukuk düzenini yerle bir ederek, geriye dönük işlemesini sağlayan iradeyi unuttuk mu? Bunun sonucu olarak hem kendilerinin, hem de Fenerbahçe, Beşiktaş, Sivasspor, Mersin İdmanyurdu, Eskişehirspor ve Başakşehir gibi kulüplerle, şike ve teşvik primi pisliğine bulaşmış kişilerin delil yetersizliğiyle serbest kalmalarını sağlayanı hatırladık mı?
Kuşkusuz bunlar son 20 yılda yaşananlar… Ya öncesi… Merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın eşi Semra Özal’ın futbola müdahil olduğunda Beşiktaş’ın nasıl da şahlandığını, İçişleri bakanı Ali Tanrıyar’ın Galatasaray başkanı olmasıyla bu kulübün bir anda ülkenin bir numarası haline gelmesi, Mesut Yılmaz ve Mehmet Ağar’ın devletin içinde güçlü oldukları süreçte yine Galatasaray’ın UEFA Şampiyonluğuna giden süreci nasıl başlattıklarını, Fatih Terim isimli magandayı Türk futbolunda “İmparator” haline nasıl getirdiklerini unutmamız söz konusu mu? Siyasetin her dönem Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş’ı, bir kez de Başakşehir’i nasıl da zirvelerde tuttuğunu biliyoruz değil mi? Tüm bu yazdıklarımıza sanırım canım kadar sevdiğim Trabzonspor’a gönül vermişler kuşkusuz alkış tutar… Ama, 2021-22’de, “Bu kez de Trabzonspor’un önünü açın” emrinin bir yerlerden geldiğini söylersek bu kez aynı alkışlayanlar, “Abartma kimin tetikçisisin” diye de saldırıdan geri durmaz.
Haksız mıyım?
Sonuç….
Futbol konuşalım ama siyaseti bulaştırmayalım!!!
Bununla birlikte ülkemiz her alanda şiddet sarmalının içinde debelenip duruyor. Emekçi hak arayışı için sokağa çıktığında, başında polis bitiyor, copluyor, tazyikli su sıkıyor, biber gazıyla nefessiz bırakıyor, yerlerde süründürüyor, karga tulumba karakola götürüyor. Köylü topraklarını, ormanlarını, akarsularını maden şirketlerine karşı korumaya çalıştığında , sermayenin bekçiliğine soyunan devleti yönetenler karşılarına jandarmayı çıkarıyor. Görülmedik şiddet uyguluyor. Köylü milletin efendiliğinden dipçik darbelerine layık kitle haline dönüştürülüyor. İktidarı elinde bulunduranlar, muhalefete çeşitli kılıflar uydurarak sözel ve gerekirse fiziki şiddet uygulamaktan geri durmuyor. İnsanlar sürekli ötekileştiriliyor. ‘Benden olmayan, tekerime çomak sokanlar, haindir, çapulcudur” mantığıyla hareket ediyor yıllarca… Daha birçok ayrıntı sayabiliriz ama bu örnekler bile yeterli değil mi?
Bu noktada demokrasinin daha ileri gibi görüldüğü ülkelerde de köylü, emekçi, emekli, yani toplumun ezilenlerinin mücadelesi karşısında hep devletin kolluk kuvvetleriyle ve şiddetle bastırılıyor. ABD’de de, Kanada’da da, Fransa’da da, Almanya’da da, İtalya’da da, Belçika’da da, İngiltere’de de hak peşinde koşanların karşısına hep ceberrut bir devlet gücü ile ve orantısız şiddetle çıkılıyor. GÜÇLÜNÜN ZAYIFA ŞİDDETİ UYGUARLIK TARİHİ SORUNUDUR Peki ülkeler arasındaki şiddet sarmalı nasıl işliyor? Ekonomik, sosyal, kültürel, askeri ve teknolojik açıdan gelişmiş ve sonuçta dünyanın tüm nimetlerine el koymayı hak sayan emperyalist nitelik kazanmış güçlü devletlerin, kendilerine göre zayıf ve çıkarlarına dokunan ülkelere savaş ilan etmeleri, milyonlarca insanı öldürmeleri, on milyonları vatanlarından sürmeleri, mülteci durumuna düşürmeleri, yüz binlerce kadının ırzına geçmeleri, masum çocukları hunharca katletmeleri, şehirleri, kasabaları, köyleri enkaz yığını haline getirmeleri sanki doğanın kanununun bir gereğiymiş gibi görülüyor… Buna Birleşmiş Milletler isimli emperyalist ülkelerin emirlerini uygulamakla görevli örgütler de sessiz kalıyor, hatta büyük çoğunlukla onaylıyor ve bu şiddetin en büyük destekçisi haline dönüşüyor. Yani güçlünün, zayıfı en acımasız bir şekilde ezdiği, sindirdiği, kültürünü, dilini, dinini, sosyal yaşam biçimini yıkma yolunda attıkları her adım adeta “devrim” gibi sunuluyor tüm dünya halklarına… Uygarlık tarihi boyunca binlerce yıldan günümüze gelen bu anlayış içselleştirilerek yaşanırken, bizler erkeğin kadına, babanın ya da annenin çocuğuna, insanların hayvanlara yaptıkları şiddetten söz ediyoruz ve lanetliyoruz.
Sonra da bir futbol maçında taraftarın galeyana gelmesini, sahaya yabancı madde atmasını veya sahaya inerek futbolcu dövmeye çalışmasını yadırgıyor ve yargılıyoruz. Kuşkusuz bunları kabul etmemiz söz konusu bile değil ve cepheden karşı çıkıp, önlemek için elimizden geleni yapacağız. Ancak şiddeti yaratan koşulları ortadan kaldırmadan, ülkenin ülkelere, güçlünün zayıfa şiddeti lanetleyip, önüne geçmeden, bireysel şiddete başvuranları yargılamak, mahkum etmek sadece yasak savmadır. Ya da havanda su dövmedir. Veya şiddeti doğuran nedenlere yüz çevirme ve kolay yolu seçmedir. Şiddeti uygulayan çok güçlülere karşı sesini çıkaramamanın ezikliğiyle, zayıflıklarının sonucu tepkisel tutumla şiddete başvuran insanları lanetleyerek ve mahkum ederek vicdan rahatlatmaktan başka hiçbir işe yaramayan eylemler yapıyoruz açıkçası… Bunun için özellikle ülkelerin ülkelere, devletin yurttaşına şiddetine cepheden karşı durup, bunu önlemek için can pahasına mücadele etmeden sadece insanların tek tek, kitle psikolojisinin verdiği güçle bir anlık öfkeleriyle yaptıklarına koyduğumuz tepkinin pek bir anlamı yoktur. Bu bir sonuç da vermez.
Gelelim bir başka ve asıl konuya… FUTBOL POLİTİKASI DA BELİRLEYEN SİYASET KURUMUDUR Bakın politika bir ülkenin tüm insanlarının hayatını nasıl yaşayacağını belirleyen kurumların başında yer alıyor. Bu dünyada da, ülkemizde de böyledir. Yani bir teoriyi ya da eylemi anlatırken ya da eleştirirken, onu politikadan ayrı ele almaya kalktığımızda sığ ve anlamsız bir görüş ortaya koymuş oluruz. Gerçekleri bağlamından koparırız. Bir kere politika bir ülkede demokrasinin, özgürlüklerin, insan haklarının, adaletin, hukukun, dış politikanın nasıl yürüyeceğine karar veren mekanizmadır. Bunun yanında ve en önemlisi de bir ülkede üretim ve tüketimle ortaya çıkan milli gelir ya da Gayrı Safi Milli Hasıla toplumun ortak yarattığı bir ekonomik değerdir. Bu birikimin devletin maliye ya da ekonomi bakanlıklarında toplanmasından sonra ortaya çıkan trilyonlarca liralık bir kaynağın nasıl kullanılacağına karar veren mekanizma yine politika ve onun uygulayıcısı bürokrasidir. Yani bir ülkeyi yönetenler, önceliği inşaat sektörüne verdiğinde ve tüm teşvikleri bu sektöre sunduğunda bir bakmışsınız ki müteahhitler korkunç servetler biriktirmiş…
Sanayii ya da teknolojiyi ön plana alıp, ona göre yasalar çıkardığında bu kez aynı servet birikimi sanayi ve teknolojiyle ilgili büyük patronların kasalarını tıka basa doldurmuştur. Eğer yaratılan tüm ekonomik değerlerin halkın bütününe emeğine ve yeteneğine göre adıl dağıtımını düşünebilir. Bu durumda da tüm toplum en azından ekonomik açıdan refah içinde yaşar, kimsenin birbirini sömürmediği ve barış içinde yaşadığı sistem ortaya çıkar. Ülkemizde de siyaset kurumu, sermaye sınıfına, yani rantiyeye, sanayiciye, inşaatçıya neredeyse üretilen ekonomik değerlerin yüzde 80’nini aktarıyor. Geriye kalan yüzde 20 de acı ki yüzde 90’ı oluşturan geniş halk yığınlarına kalıyor. Yani birkaç milyon kişiye köşeyi döndürürken, 80 milyon kişiye ise yarı aç yarı tok bir yaşamı layık görüyor.
Böyle bir düzeni kuran ve yürütenler için halkın gerçeklerden tümüyle uzaklaşması gereken araçlara ihtiyaç da kaçınılmazdır. Bugün dünyanın büyük bölümünde ülkeleri yönetenler ve siyasi mekanizmalar din ile futbolu besleyerek, halkın sorunlarını bir kenara iterek, seçimden seçime vaatlerle kandırarak koltuklarında rahat etmenin yolunu seçerken bu iki olguyu da tümüyle araçsallaştırmaktan geri durmamışlardır. Yani halkın gerçeklerden uzaklaşmasını sağlayan uyku tulumu tüm dünyada ve ama özellikle ülkemizde din ve futboldur. Ancak bu sadece ülkemiz için değil, bugün Avrupa’da da, Asya’da da, Afrika’da da, hatta son dönemlerde (Futbol açısından) ABD’de de böyledir. Çünkü kitlelerin en iyi uyku tulumları futbol ve dindir… Neden? Çünkü milyarlarca insanın saf bir aşk ile bağlandığı alanlardır bu iki olgu… Bakın ülkemizde özellikle Diyanet İşleri Başkanlığının her yıl bakanlıkları aşan bütçelerle desteklenmesi tartışılır durur.
Neden?
Çünkü iktidar, halka vaat ettiklerini yerine getirmeyeceğini bildiği için, daha doğrusu onların saf duygularıyla oynayarak çok uluslu ve yerli sermaye grupları zenginleştirmek istediklerini gizleme ya da unutturmanın yollarından biridir dine sarılmak… Dinin kaderci yaklaşımına boyun eğmelerine olanak sağlamak çok kolaydır. Bunun nedenle Diyanet İşleri Başkanlığı bütçeden en büyük payı alır ve onun aracılığıyla da tüm camiler siyaset arenasına dönüşür. İktidarı savunan mekanizmalar haline gelir. Halk ise kutsadığı dinin temsilcisi müftü, imam, müezzinlerin ağzının içine bakar… O ağızların içine bakarken de birileri kasalarını dolarlarla, Euro’larla doldurur.
FRANKO’NUN ‘BANA 100 BİN KİŞİLİK UYKU TULUMUYAPIN’ ANLAYIŞI Aynı bağlamda bir bakın bakalım 1980 yılından sonra futbola yapılan yatırımlara… Yükselen statların görkemine… İspanya’nın faşist diktatörü tüm ülkeyi bir işkence merkezine çevirip on binlerce insanı katlettiren Franko, futbolun kitleler üzerindeki etkisini gördüğünde, “Bana 100 bin kişilik uyku tulumları yapın” dedikten sonra Real Madrid’in 110 bin kişilik Bernebao Stadı inşa edilmiştir. Türkiye’de de son 20 yılda birçok stat inşası dikkatlerinizden kaçmamıştır değil mi? Peki bu süreç içinde çocukların, gençlerin boş zamanlarını değerlendirmeleri ve daha sağlıklı nesiller haline gelmeleri için köylere, ilçelere, mahalle aralarına bir tek doğru dürüst tesis yapıldı mı? Futbol, basketbol, voleybol sahaları, atletizm pistleri, tenis kortları mesela… Halkın sağlıklı yaşam koşullarını geliştirecek doğru dürüst tek koşu ya da spor alanı var mı köylerde, ilçelerde, yaylalarda… Yok değil mi? Çünkü iktidarın ya da iktidarların temel hedefi futbolu ya da sporu halkın sağlıklı yaşam aracı yapma diye bir derdi yok, hiç de olmadı… Tek dertleri onu kendi lehine kullanabileceği bir meta haline getirmek… Bunun yolu da 30 bin, 40 bin, 50 bin, 80 bin kişilik uyku tulumları yapmak…
Tabii bunlar olurken futbola aktarılan paralar da artık hayal sınırlarını aşma noktasına geldi değil mi? Trabzonspor’dan bir örnek vereyim isterseniz. Bırakın 1980’li yılları, 31 Aralık 2000 yılında yapılan Trabzonspor kongresinde para babası Mehmet Ali Yılmaz başkanlığındaki yönetimin kongreye sunduğu mali bilanço 11 milyon liraydı. O günkü kurla 10 milyon dolar civarı bir rakam yani… Bugün bütçesi 70-80 milyon Eurolarda gezinen ve borcu 150 milyon Euro’yu bulmuş bir Trabzonspor var karşımızda… Bordo-Mavili kulüp böyle de, diğerleri farklı mı? Onların da bütçesi her yıl arttıkça artıyor ama borcu çok daha fazla yükseliyor. Peki bu nasıl oluyor? Uzun yıllardır, “Endüstriyel futbol safsatası” altında bir kavram geliştirildi. Aslında tüketim futbolu denmesi gerekiyor da, ismini güzelleştirip, topluma zoka gibi yutturma gayreti kuşkusuz Endüstriyel futbol ismi…
Aslında tek hedeflenen, tüketim toplumu haline getirilen tüm ülke yurttaşlarında olduğu gibi kulüplerin de sürekli transferler yapmasını, teknik adam değiştirmesini ve bu aracılıkla birlikte de piyasada paranın dönmesini sağlamak… O dönen paraların da sonuçta siyaset ve kapitalistlerin kurumsal yapılarına akmasına zemin hazırlamak… Yani ihtiyacından fazlasına sahip olma güdüsünü tetiklemek… Kulüplerde her yapılan transfer milyonlarca taraftar kitlesinin heyecanının doruğa çıkmasını sağlıyor acı ki… Bir teknik adam değişikliği kitlelerde günlerce, aylarca konuşuluyor, tartışılıyor. Bir kongre yapılacakken başkanın kim olacağı, yönetime kimlerin gireceği de taraftarın en büyük ilgi alanı oluyor. Yani halka, ‘Cambaza bak’ derken, kendilerine yakın şirketleri daha da zenginleştirirken, 85 milyon insanın hakkı olması gereken parayı bir avuç gözü doymazın kasalarına boca etmek futbol afyonunun görevi oluyor. Kitleler ise din ve futbolla birlikte uyutulurken, kendi hayatlarını işkenceye dönmesinde politikanın rolünün ne olduğunu tartışmıyor bile… POLİTİKACININ TEK AMACI UYKUYA DALMIŞ KİTLELER Kuşkusuz siyaset bunu yaparken, zenginleştirdiği ve artık servetlerinin büyüklüğü hesaplanamaz noktaya getirdiği bu gözü dönmüşlere de, “Kulüplere sponsor olun, reklam verin, biraz para aktarın” emri de kaçınılmaz olarak gidiyor tabii ki… Siyaset aracılığıyla halkı iliklerine kadar sömüren gözü doymazlar da, kurulan bu aşağılık düzenin sürgit devam etmesi için ellerinden geleni yapıyorlar. Kulüplere halktan çaldıkları servetlerine göre birkaç kuruş aktarıp, milyonlarca taraftarının gözünü boyamayı ve şirin gözükmeyi, sistemi de meşrulaştırmayı başarıyor… Servet ne kadar insanın elinde birikiyorsa, kulüplerin kasalarına da o kadar fazla para bırakılıyor. Ama o kulüplerin futbolcu ve teknik adam üreterek başarıyı yakalama istekleri adeta yasaklanırken, sürekli transferlerle de bir cebinden giren, diğer cebinden de çok daha yüksek miktarda çıkıyor. Ne yazık ki kulüpleri de yönetenler, futbol cehaletinin doruklarında gezinenler ve ekonomik açıdan büyümeyi hedefleyenler olunca da siyaset amacına çok daha kolay ulaşıyor. Bir yandan da bankalar aracılığıyla verdiği kredilerle de yine kulüpleri kendilerine göbekten bağımlı hale getiriyor.
Sonra ne mi oluyor? Kulüpler tümüyle iktidara, yani siyasi iradeye biat eder hale geliyor. Siyasi irade bu fırsatı kaçırır mı?
Kaçırmaz tabii ki!
Adım adım kulüpleri ele geçirme politikasını hayata geçirme eylemine girişmekte vakit kaybetmeden yola koyuluyor. Önce yönetimlere kendilerine yakın isimleri sokuyor. Sonra bu isimlerin başkan olmasını sağlıyor. Ardından yönetimlerinin tümünün kendilerine aşkla bağlı isimlerden oluşması koşullarını oluşturuyor. Bu arada futbolun çatı kuruluşu Futbol Federasyonunu ele geçiriyor. Kulüpleri tümüyle avucunun içine almış siyaset, TFF’yi kimin yöneteceğini belirliyor. Bunu kulüplere dayatıyor. Zaten siyasi iktidara ekonomik ve ideolojik açıdan göbekten bağlanmış olan kulüp başkan ve yöneticileriyle birlikte taban birlikleri de iktidarın işaret ettiği ismin etrafında kenetleniyor. Bu da yetmiyor. Profesyonel Futbol Disiplin Kurulu, Tahkim Kurulu, Uyuşmazlık Çözüm Kurulu, Hakem Kurulu başkan ve yöneticilerini de dayatıyor siyaset kurumu… Tabii ki Merkez Hakem Kurulu çok önemli bir görev üstleniyor. Başkanı ve yöneticileri de siyasi iktidarın emir erleri oluyor. Tüm kulüpler ve TFF başkanı ve yönetimi de buna, “Eyvallah” diyor… Bunlar da yeterli gelmiyor siyaset kurumuna… Yerel anlamda kendilerine yakın hakemlerin yükselmesi için ellerinden geleni yapıyorlar. Böylece kişilikleri zayıf, adalet duygusu gelişmemiş ve birilerinin yardımıyla yükselmenin verdiği eziklikle emirle düdük çalma ya da bayrak sallama noktasına gelmiş hakemlerle futbol sahalarında adalet bekler(!) noktaya geliyoruz. SİYASET KURUMLARI, KULÜPLERİ, TRİBÜNLERİ ELE GEÇİRDİ Kuşkusuz bunlar da yetmez siyaset… Kolay elde edilebilecek, genellikle yoksul aile çocukları olan ve ellerinden de pek bir iş gelmeyen taraftar gruplarına yöneliyorlar… Onlar arasında da satın alabileceklerinin rüyalarında göremeyecekleri paraları ceplerine boca ediyor. Kimine iş, aş veriyor. Ve bakıyorsunuz ki taraftar grupları da siyaset kurumunun emrine girmiş…Aslında taraftarlık kimliğine sahip olan kişi, “Koşulsuz seven, kendini veren, kendinden veren” olmalıdır. Çünkü bir taraftar için kulüp ve dolayısıyla takım üst kimliktir ve asla hiçbir çıkar onun üzerinde tepinemez. Ama para için girmeyeceği kılık olmayan, bu ezilmiş, horlanmış, kenara köşeye atılmış kitle bir bakmışsınız ki, kulüp çıkarlarını değil, ceplerine paraları boca edenlerin borazanı haline gelmiş… Eylemlerinin sonuçlarının ne olabileceğini bilerek ya da bilmeyerek tribünlerde astıkları pankartlar, attıkları sloganlar, tarafı oldukları kulübe büyük zararlar verirken, siyasette hizmette ise sınır tanımıyor. Böylece kapitalist sistemin yarattığı kirlilik içinde yoksulun sporu olan futbolda renk bozukluğuna uğramayan bir tek paydaş kalmıyor. Artık futbol bir meta, kulüpler de araçsallışmış birer nesne haline dönüşüyor.
Tabii ki futbolun bu kadar içine giren siyaset, kullanmayı sadece seçimlerde oy deposu yapmayla bitirecek değil ya! Artık bu ülkede hangi takımın şampiyon olacağını, yarışın içinde kimlerin bulunması gerektiğine, kimlerin önünün açılmasının siyaseten daha doğru olduğuna da karar vermeye başlıyor. Bir sezonu tahakküm altına alma bir yana, tek tek maçlarda verilecek hakem kararlarını bile dizayn etmekten geri durmuyor. Bunu da gururlanacak bir durum olarak düşünüyor. Düşünün bu ülkede Recep Tayyıp Erdoğan başbakanlık koltuğunda otururken 2010-11 sezonunda dönemin Fenerbahçe başkanı Aziz Yıldırım’ı ve kaptan Alex de Souza’yı makamında kabul ederken, kendisine sunulan formaya, “Keşke Alex’in terli formasını getirseydiniz. Aman Buca’da bir kaza olmasın” dedikten sonra da, “Kameralar da var, yanlış anlaşılmayalım” diye sözde düzeltmeye çalıştığını sanırım belleklerimizdedir. Bucaspor 3-1 öndeyken ve ikinci yarının ortaları gelmişken hakemin kararlarıyla nasıl 5-3 mağlup edildiğini unutmadık değil mi? Sonraki süreçte Fenerbahçe’nin kazaya uğramaması adına hakemlerin gayretleri hala benimizde tazeliğini koruyor… KİMİN ŞAMPİYON OLACAĞINA KARAR VEREN İRADE! Ya da, Fenerbahçe taraftarı Trabzon’da olay çıkarıp, 8 yaşındaki bir kız çocuğunun kafasından oluk oluk kanlar akmasına sebep olduktan sonra, 1 maç ceza almalarının üzerine yine CNN Türk TV’ye çıkan Erdoğan’ın, “Fenerbahçe orada misafirdi, ceza alması çok yanlış, bu düzeltilmeli” dediğinde Tahkim Kurulu bunu anında emir kabul ederek Sarı-Lacivertlilerin cezasını nasıl da kaldırmak için acele etmişti hatırladınız mı? Bunun üzerine dönemin Trabzonspor başkanı merhum Özkan Sümer, “Siyaset kurumuna karşı Trabzonspor’un haklarını koruyamadığım için görevimden istifa ediyorum” duruşunu da mı unuttuk? Veya, 2010-11 şike sezonundan sonra, “Kişilerle kurumları ayıralım” diyerek Fenerbahçe’nin kendi çıkardıkları yasa gereği küme düşmesini engelleyen kimdi? Aynı süreçte, şike yasasını değiştirip, Aziz Yıldırım ve arkadaşlarının hapisten çıkmasını sağlayan şahsı hatırlayan var mı? Y:a da, “Avrupa’ya üç-beş yıl gitmezsek ne olur ki” diyerek bir ülkenin çıkarlarını bir takıma boğdurmak isteyen siyaset kurumu değil de, Kanarya Sevenler Derneği miydi? Sonra, “Artık hakim kararıyla ve yasal yollarla da olsa dinleme kayıtları mahkemelerde delil sayılmayacak” yasasını çıkarıp, tarihte görülmemiş ve hukuk düzenini yerle bir ederek, geriye dönük işlemesini sağlayan iradeyi unuttuk mu? Bunun sonucu olarak hem kendilerinin, hem de Fenerbahçe, Beşiktaş, Sivasspor, Mersin İdmanyurdu, Eskişehirspor ve Başakşehir gibi kulüplerle, şike ve teşvik primi pisliğine bulaşmış kişilerin delil yetersizliğiyle serbest kalmalarını sağlayanı hatırladık mı?
Kuşkusuz bunlar son 20 yılda yaşananlar… Ya öncesi… Merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın eşi Semra Özal’ın futbola müdahil olduğunda Beşiktaş’ın nasıl da şahlandığını, İçişleri bakanı Ali Tanrıyar’ın Galatasaray başkanı olmasıyla bu kulübün bir anda ülkenin bir numarası haline gelmesi, Mesut Yılmaz ve Mehmet Ağar’ın devletin içinde güçlü oldukları süreçte yine Galatasaray’ın UEFA Şampiyonluğuna giden süreci nasıl başlattıklarını, Fatih Terim isimli magandayı Türk futbolunda “İmparator” haline nasıl getirdiklerini unutmamız söz konusu mu? Siyasetin her dönem Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş’ı, bir kez de Başakşehir’i nasıl da zirvelerde tuttuğunu biliyoruz değil mi? Tüm bu yazdıklarımıza sanırım canım kadar sevdiğim Trabzonspor’a gönül vermişler kuşkusuz alkış tutar… Ama, 2021-22’de, “Bu kez de Trabzonspor’un önünü açın” emrinin bir yerlerden geldiğini söylersek bu kez aynı alkışlayanlar, “Abartma kimin tetikçisisin” diye de saldırıdan geri durmaz.
Haksız mıyım?
Sonuç….
Futbol konuşalım ama siyaseti bulaştırmayalım!!!
Kalemine, yüreğine teşekkür ederim.