Artık hepimiz neredeyse aynı şikâyeti dile getiriyoruz: “Yorgunum.” Ama bu yorgunluk çoğu zaman uykusuzluktan ya da geç saatlere kadar çalışmaktan kaynaklanmıyor. Daha derin, daha görünmez bir yorgunluk var: Yorgunluk kültürü.
Toplum, üretken olmayı bir değer göstergesi haline getirdi. Ne kadar meşgulsek, o kadar başarılı olduğumuza inanıyoruz. “Dinlenmek” bir ihtiyaç değil, sanki bir lüksmüş gibi algılanıyor. Kendimize ayırdığımız zaman suçluluk duygusu ile gölgeleniyor. Böylece hem bedenimiz hem de zihnimiz tükenmeye başlıyor.
Yorgunluk kültürü, bizi sürekli “daha fazlasını yapmaya” zorlayan görünmez bir el gibi. İş bitse de düşünceler bitmiyor. Telefon ekranında yanıp sönen bildirimler, hiç bitmeyen yapılacaklar listesi ve sosyal medyada gördüğümüz başkalarının tempolu hayatları… Hepsi bizi aynı yarışa sokuyor: Daha hızlı, daha çok, daha verimli…
Oysa insan zihni bir makine değil. Ruhumuzun dinlenmeye, içe dönmeye, yavaşlamaya ihtiyacı var. Yorgunluk kültüründen çıkışın yolu da tam burada başlıyor: Kendimize durma hakkı tanımakta. Bir gün hiçbir şey yapmamak, sessizce oturmak, sadece var olmanın tadını çıkarmak… Bunlar tembellik değil, iyileşmenin ilk adımları.
Belki de asıl cesaret, bu çağda “Benim hızım bu” diyebilmekte. Çünkü yorgunluk kültürü bizden hep daha hızlı koşmamızı istiyor; fakat kendi ritmini koruyabilenler, uzun yolun gerçek kazananı oluyor.