Düşünmek belalı iştir. Düşünen pek sevilmez bu topraklarda… Kitap okuyan, çok düşünen tekinsizdir. Felsefeye boş iş gözüyle bakılır, felsefe okuyansa bir tahtası eksik sayılır!
Naifliği yargılayan, ama kabalığı samimiyet sanıp, densizliği onaylayan insansa yığınla. Bilge insan, konuşursa çokbilmiş olur. Boş konuşan baş üstünde taşınır. Hele de dilinden eksik etmediği yalanı, dolanı, hurafeyi birkaç ritüelle allayıp pullayıp pazarlayanlar baş tacıdır. Fikrin çalınabileceğine inanmaz bu toprağın insanı. Esinlenmeler (!) doğaldır. Hatta ziyadesiyle esinlenen bu “intihalci” taifesinin sırtları sıvazlanarak, devletin yücelerine taşınıp mevki ve makam sahibi yapılırlar.
Profesör olurlar, rektör olurlar, dekan olurlar, olurlar da olurlar… Akademi susar seyreder, öğrenci susar aldırmaz, toplumsa hiiiç umursamaz. Oysa bilimsel gerçek, akademik etik, fikri haklarımız, emeğimiz? Sıkça vurguladığımız ülkenin “aydınlık geleceği” beklentimiz, sizce uğruna bedel ödemeye değer değil midir? Kim mücadele edecek bunlar için biz de susarsak?
Biliyorum, biliyorsunuz; Bu topraklarda düşünene olduğu gibi hakkını arayana da, bu uğurda mücadele edene de iyi gözle bakılmaz, hele ki, bu hak arayışı birde iktidarla çelişiyorsa. Anında vatan haini ilan edilir. Uluslararası tekellere peşkeş çekilen doğasına, ormanına, yeraltı ve yerüstü zenginliklerine sahip çıkan yurttaşlar, kadın-erkek, yaşlı-genç demeden anında terörist niyetine, orantısız bir güç marifetiyle anasından doğduğuna pişman edilir. Diğer yandan onların yitirdiklerini geri istemeye, hele ki direnmeye asla ve kat’a hakları yoktur. Büyük bir çoğunluk başlarına geleni hak ettiklerine kanidir. Hem onlar kendilerini ne sanıyorlar da devletin kolluk güçlerine karşı çıkıyorlar canım!
Bakmayın siz “milleti” öteleyip dillerine pelesenk ettikleri “ümmet” söylemli samimiyetsizliklerine. Beytülmal’a hayasızca el uzatıp Karun’laşan günümüz “Harun” ları ve azmettiricilerin baştacı edilip, hırsıza hırsız diyenin acımasızca cezalandırıldığı bu düzende, hırsız ve uğursuz bir punduna getirilip, en muteber kişi ilan edilerek devletin zirvelerine taşınır. Emekçi emeğinin karşılığını ister horlanır, Grev yapacak olsa milli güvenlik tehdidi algısıyla yasaklanır. Dahası, Cumhuriyet devrimlerine karşı çıkıp, Anayasanın “değişmesi bile teklif edilemez” maddelerini değiştirmek isteyenlerin değil de, Cumhuriyet ve Anayasa savunusu yapanların, darbecilikle suçlandığı garip bir çağdır yaşadığımız…
Öyle ki zamanla kanıksanan bu çelişkiler, gün gelir toplumsal ilişkiler bağlamında insanı sıradanlaştırır. Örneğin, otomasyondan-yapay zeka’ya kadar uzanıp teknolojinin doruklarına ulaşan bu süreçte; Herhangi bir bankacılık işlemi nedeniyle, kimlik numarandan bankadaysan, verilen numaralar çoktan sınıflandırılmıştır. Öncelik ayrıcalıklı olana verildiğinden, sınıfına razı, öylece oturur saatlerce beklersin işin görülsün diye. Azıcık sesi çıkana sessizce bekleyen kalabalık ters ters bakar. “Ne lüzumu var şimdi zevzek? Oyalama memuru da bir an önce işini yapsın ki sıra sana da gelsin!” bakışıdır onlar. Peki ya hakların? Onları kim hatırlatacak oradaki memura ya da yetkiliye? Sen de susarsan kim talep edecek adil davranışı… Kim?
Yaya geçidinde bile kırmızı ışıkta karşıya geçme kuralsızlığına (trafik akışımız sağdan olduğundan) sen simdi geçiş yönünün sağdan olacağını gel de anlat! Ayakta yolcu alan, klimayı çalıştırmaktan yüksünüp kapıyı aralayan dolmuşçulara tek tük de olsa bir zamanlar itiraz edenler çıkardı. Hatta polis bu nedenle ceza falan yazardı. Ama artık kural oldu, kimsenin aldırdığı yok. Otobüs şoförü, 65 yaş üstü kart kullanan vatandaşa nefretle bakar; Ne işi var bunun dışarıda bu yaşta? Huzurevi mi burası?” Zaten işine gelince gençleri, gelmeyince yaşlıları sever bu toprağın insanı. Ama çoğunlukla herkes herkese bir nedenle düşman edilmiştir!
Çocuğunu otobüsten indirmekte zorlanan genç kadın affedilmez mesela. Öyle ya acelesi vardır herkesin. Otursun evinde. Böyle engelleri olanlar taksiye binsinler. Ne işleri vardır otobüste, dolmuşta? Peki ama haklarımız? Hangi yaşta olursak olalım, engelli ya da engelsiz kent yaşayanları olarak kent içinde güvenli, rahat, ekonomik, seyahat seçenekleri talep etmek hakkımız değil mi?
Peki ne yapıyoruz yakınmak dışında? Oy vermek yetiyor mu? Verdiğimiz oyun karşılığını alabilmek için nasıl bir baskı oluşturuyoruz? Yoksa bir sonraki seçime kadar bizi yönetecek diktatörler mi seçiyoruz?
Unutulmamalıdır ki eksiksiz bir demokratik iklim oluşturulmadan hiçbir sorun çözülemez. Sorunların çözümü ise, hikmetinden sual olunmayan mutlak bir iradeye emanet edilemez.
Sevgiyle, dostlukla.