Nerede ya da hangi iklimde yaşanırsa yaşansın otoriter ve baskıcı olan her ideoloji, bu güne değin ideoloji olmaktan öte insanlığa sürekli kötülük olarak geri dönüş yapmıştır.
Dolayısıyla insanlığın ağır bedeller ödeyerek ulaştığı bu kötücül gerçeklik için, yeniden derin çözümlemelere ve çekilecek onca çileye hiç de gerek yoktur. Zira ülke gündemi denen şeye baktığımızda gördüğümüz tek şey kötülüğün gemi azılı almış şiddeti ve yaygınlığından başka bir şey olmuyor!
Öyle ki bu pervasızlık, duruma ve koşullara göre hukuksuzluk, sorumsuzluk, vicdansızlık, pervasızlık olup tüm yaşam alanlarına; baskı, zulüm, yokluk ve yoksunluk olarak yansıyıp, her şeye bulaşıyor.
Alacakaranlık bir evredeyiz. İyilik bunun üstesinden gelecek mi bilemiyoruz. İnsanlığın “gün batımı” ve “gün doğumu” arasında, arafta bir yerde yaşamakta olduğuna ilişkin, kıyamet gününü çağrıştıran “korku” ile ütopyacı umut” tek ve karmaşık bir duygu halinde içimizi alacalandırıp duruyor.
Bu ahval şerait içerisinde, hala bir düzen varsaymanın, bildiğimiz kurallar varmış gibi, örneğin; seçimleri dört gözle beklemenin bir nevrozdan ibaret olduğunu artık anlamamız gerekiyor. Gerçekle aramızdaki mesafe büyük, giderek de açılıyor. Ama biz gerçekliğine inanmak istediklerimize öylesine sımsıkı sarılmışız ki, onların artık olmadığına, elimizden birer birer alındığına bir türlü inanmak istemiyoruz.
Bu öylesine bir duygu hali ki, sıradan insanın haksızlıklar karşısında direnme ve değiştirme gücünün, yani yurttaşlık bilincinin; dört-beş yılda bir yapılan seçimlerle oy kullanılması şeklinde sınırlandırılıp, kalıcı hale gelmesini bile isteye meşrulaştırıyor. Oysa; “Uğruna savaştığımız yüce değerler. SEÇİMLİ bir diktatörlük değildi”(*)
Bu sempatik görünümlü antidemokratik kurgunun mimarı ve uygulayıcısı, halkın siyasal sisteme katılım kanallarını yok eden, hatta protesto hakkı konusunda olduğu gibi katılım kanallarının kullanımını dahi yasa dışı ilan edip, Silivri adresini işaret eden iktidardan başkası değil!
Kuşkusuz halkın siyasal sisteme katılım kanallarını yok eden, hatta protesto hakkı konusunda olduğu gibi en temel hak ve özgürlüklerin kullanımını yasa dışı ilan eden iktidar. Bu tür baskıların tarihini geriye götürmek tabii ki mümkün, ancak iktidarın son 23 yıldır bu başlıklarda 12 Eylül faşizmine dahi rahmet okutan uygulamaların mucidi olduğunu göz ardı etmemek gerek.
Böylece kendileri için dikensiz gül bahçeleri tanzim edenler eliyle! Türkiye’de siyaset salt sandığı hedefleyen bir faaliyet haline gelince bu işin aktörleri de ülke genelinde seçilme hakkını elinde tutan sınırlı bir kesimden ibaret hale gelmiş oluyor. Statü ve servetleri itibariyle siyaset yapılan bir ortamda, ülke barajını geçebilen ya da geçenlere eklemlenen küçük bir azınlığın oyun alanına dönüşen siyaset arenasında!.. Sandık tek siyaset yapma yolu haline gelince bu çok küçük azınlık dışındaki milyonlarca insan siyasetin seyircisi statüsüyle yetiniyor.
Oysa ülkenin meydanları var, milyonların hak ve özgürlük taleplerinin mayalandığı… Bir avuç mutlu azınlığın değil de halkın haklı taleplerinin, söz-yetki-karar süreçlerine katılımın, özgürleşmenin yolunu ardına değin açabilen…
Anayasal bir hak olan “haber alma- haber verme ve protesto hakkının” kriminalize edilişine, kırmızı kart gösterileceği günler dilemiyle.
Sevgiyle, dostlukla.
(*) – Thomas Cefferson
ARAFTA DEĞİL, MÜCADELE ALANLARINDA TAM DESTEKLE BEKLİYORUZ