Anlatı o ki: Ateş, su ve ahlak arkadaş olup ormana pikniğe gitmişler. Malum, orman denilen yer gizemli ve kaybolmaya çok müsait… Üç arkadaş, “Olur da kaybolursak birbirimizi nasıl bulacağız?” diye birbirlerine sormuşlar.
Ateş, “beni bulmak kolay, gökyüzüne bakının; nerede bir duman varsa ben oradayım” demiş. Su da, “ nerede bir şırıltı sesi duyarsanız ben de orada olurum” diye yanıtlamış.
Peki ya sen diye sormuşlar ahlaka; ahlakın yanıtı şöyle olmuş; “Ben kaybedilmeye gelemem; kaybederseniz, beni bir daha asla bulamazsınız!”
Nitekim anlatı olanca yakıcılığıyla toplumsal ilişkilerimizde kendini doğruluyor.
Erdemli topluma giden yolun kilit taşı niteliğindeki ahlak; belli bir dönemde belli insan topluluklarınca benimsenmiş olan, bireylerin birbirleriyle olan ilişkilerini düzenleyen törel davranış kurallarının, yasalarının ve ilkelerinin toplamı olarak kabul edilir. Bu özellikleriyle insanların bir arada yaşaması sonucu ortaya çıkan toplum yaşamının hiçbir zaman eksilmeyen bir parçasıdır.
Ancak, ateşi, suyu, ağacı, toprağı, para dahil her şeye ulaşabilmenin anahtarı niteliğindeki ahlak günümüzde çoktan kötü yola düşmüş! Ve biz toplum olarak ahlaksızlığın ahlak olarak sunulduğu bu süreçte, büyük kaybımızın değil ardına düşmek, gündelik yaşamımızdaki önemini dahi kavramaktan o kadar uzağız ki!
Artık, “Bağımsızlık Benim Karakterimdir.” Sözlerinin yankılandığı bu topraklarda mücadele edene, hakkını arayana pek de iyi gözle bakılmaz oldu. Milletin kesesinden üç beş yandaşın zengin edilmesine itiraz eden, hırsıza hırsız diyen anasından doğduğuna pişman edilirken, soyguncu korumaya alınıp baş tacı ediliyor. Öte yandan mağduriyetlerimizi de çok severiz biz. Yakınmak harekete geçmekten, sorumluluk alarak mücadele etmekten daha kolay! Her gün yeni bir vergi salınıyor mesela… Enflasyon almış başını gitmiş… İktidar, bizim adımıza ülkeyi zıvanasından çıkartacak kararlar aldı, almaya devam ediyor…
Ne yapıyoruz yakınmak dışında? Oy vermek yetiyor mu?
Verdiğimiz oy, insan onuruna yaraşır bir yaşam sunumu olarak geri dönüş yapmadığında, haklarınızın edinimi noktasında nasıl bir baskı oluşturuyoruz?
Haklarımız? Doğru ya, hak savunucularını da terörist sayıyoruz biz. Yargılıyoruz, verdiği kararlara göre terfi ettirilenler eliyle insan hakları savunucularını hapislerde süründürüyoruz. Her gün yeni bir dava, her gün yeni bir mağduriyet. Yani azizim düşünen de pek sevilmez buralarda… Çok düşünen ille de dertlidir ya da deli! Düşünmek belalı iştir. Kitap okuyan, çok düşünen ise tekinsizdir. Felsefeye boş iş gözüyle bakılır, felsefe okuyanın da bir tahtası eksik sayılır.
“Sinsi bir tür nefret başını çıkardı bütün duyguların arasından... Sadece ezberletilen şarkıları söyleyenler ortalıkta… Sevmeden aşık olanlar, kavga etmeden yenenler, cin olmadan adam çarpanlar yeni kurallar koyuyor sanki..(*)”
Ahlaki yargılarımız, (siyasi ortamın da baskılaması sonucu) tıpkı arzularımız ve isteklerimiz gibi yaptıklarımızın (ya da yapamadıklarımızın) güdüleyicisi oluverdi. Sürekli nefret üreten, bağırıp çağırınca daha sahici ve güçlü olduğunu sanan, yüzümüze baka baka yalan söyleyen, memleketin hiçbir sorununu gerçekten dert etmediğini bal gibi bildiğimiz ama bir türlü değiştiremediğimiz siyasetçiler yoruyor bizi.
Yorgunuz evet, bıkkınız, öfkeliyiz. Buna hakkımız da var. Ama artık ezberimizi bozalım, yorgunuz demekle bir yere varılamayacağını fark edelim. Emperyalizme karşı 19 Mayıslar da “ateşi ve ihaneti görüp”, yanan gözleriyle bu dünyanın üzerinde dimdik durmasını bilenlerin ardılı olduğumuzu bir an olsun unutmayalım.
Sevgiyle dostlukla.
(*) Levent Çağlayan