Görece de olsa, Hak ve Özgürlüklerin tümünü anayasayla güvence altına alıp, yasalara serpiştirdiğimiz doğrudur! Hatta hızımızı alamayıp, uluslararası ne kadar anlaşma, sözleşme, akit varsa tümüne basmışız imzayı.
Sanırım hazıra konmuş olmanın verdiği rehavetten olsa gerek. Yine de, bıkmadan, usanmadan, sıkılmadan yokluğundan, eksikliğinden, saldırıya uğradığından dert yanarız. Ama uğruna mücadeleden kaçındığımızı bir türlü itiraf edemeyiz!
Öyle ki, “istikşafi görüşme turlarıyla- silkeleme seanslarının” yeniden depreştiği bu belirsizlikler ortamında daha da dert yanacağız gibi!
Oysa bedeli kan ve gözyaşı olarak topluma ödettirilen… Kapsamı ve içeriği müzakerecilerin ajandalarında (birbirine karşı koz olarak kullandıkları) sır olarak kalan“ sözde” açılımların sorgulaması yapılmadan yeniden süreç başlatmak sizce ne kadar sağlıklı?
Savaşın kazananı, Barışın kaybedeni olmaz özdeyişini dillerine pelesenk eden, ancak kağıt üzerinde yazılı olanı uygulamada sınırlayıp, dahası yok sayan, sözüm ona yeni paradigma üreticileriyle nereye kadar?
Aslında tüm bu dayatmaların neden ve sonuçlarını sorgulayıp, gereğini yapmak her zaman olanaklı. Yeter ki; Alanları inleten “Kurtuluş Yok Tek Başına Ya Hep Beraber Ya Hiç Birimiz” seslenişini, sürece uyumlu değil de içtenlikle özümseyip, toplumla buluşturabilelim.
Ancak böylesi bir refleks, bir punduna getirilerek başka bir bahara ertelenir bu topraklarda. Zira hak ve özgürlükler; demokrasinin kurum ve kurallarıyla karşılık bulduğu demokratik bir iklimde, yurttaşların özgür katılımıyla kendini var edebilir. Tartışarak, inceleyerek, açıklayarak, en önemlisi de kamuoyunun desteğini alarak.
Ağzını açanın anasından doğduğuna pişman edildiği, baskıcı, cinsiyetçi, faşist bir yapıdan demokrasi devşirmeye çalışmak, hele hele sandığa endekslenip çıkış aramak, kendini aldatmaktan öte demokrasiye ihanettir.
İnsanın değil de çimentonun kutsayıp; Geçiş garantili yollara, yolcu garantili havaalanlarına ve müşteri garantili hastanelere sevdalananların!... Üniversite kapılarına çifte kelepçe vurmalarını salt izledik. Her geçen gün yüzlercesiyle eklemlenen beyin göçünü, kent rantı uğruna doğdukları topraklardan sürgün edilen, parçalanan aileleri bir an olsun umursamadık bile!
Düşünen insanın karşısına her koşulda, kaba kuvvetle ya da yargı sopasının ardına sığınılarak çıkıldı, sessiz kaldık. Velhasıl uğruna kitaplar yazıp ama bir türlü, düşüncenin düşünceye üstünlüğünü soğukkanlılıkla kabullenecek kadar uygar, hak ve özgürlükleri savunabilecek denli cesur olamadık.
Geçici güvenlik uğruna tüm değerlerinden ödün verip, cumhuriyetin kazanımlarının birer birer iğdiş edilmesine kayıtsız kalanların… ne özgürlüğü ne de güvenliği hak edemeyeceğini yaşamadan bilemedik!..
İlkelerin değil de ilkesizliğin, pespayeliğin ve yandaşlığın makbul sayıldığı bu pederşahi düzende, iktidar tutkusuyla şakulü kaymış! Shakespeare’in nefis tanımlamasıyla “tiranlık denilen çılgınlığa” kapılmış, nerede yön duygusunu kaybetmiş bir fırıldak var, bulup buluşturup… kırpıp, kırpıp yıldızlaştırdık!
Hasılı kelam ziyadesiyle deneyimlendik!..
Sevgiyle, dostlukla…