Toplumu baştan aşağı kuşatan ve dozunu her geçen gün arttıran şiddet sarmalının başlıca nedenlerinden biri, bilerek isteyerek yaratılmış olan ‘cezasızlık algısı’dır.
Bu algıyı destekleyen en önemli etken ise, ülkemizde iki-üç yılda bir çıkartılan ve geleneksel bir hal alan örtülü/örtüsüz siyasi aflardır.
Elbette ki suçun işlenmesinin ya da önlenememesinin sebebi salt af yasasındaki düzenlemelerle sınırlı değildir, bu sorunun sosyo-kültürel, ekonomik, politik bir çok nedeni vardır. Ve en baskın olanı da siyasi kaygılarla gündeme taşınanıdır.
Bu bağlamda, hangi saikle yapılırsa yapılsın cezadan beklenen en önemli sonuç, caydırıcı özelliği ve suçlunun yeniden topluma kazandırılması olmalıdır. Oysa yapılan aflarla suçlunun ceza almaması veya erken tahliyesi sağlandığında cezadan beklenen bu amaç gerçekleşemediği gibi, toplum katında ceza konusundaki yetersizlikler, yargılamadaki hata ve eksikler yüzünden oluşan cezasızlık algısı daha da artmış oluyor.
Özellikle de topluma karşı işlenmiş suçların faillerinin, Genel Af yerine, infaz yasasında yapılan değişikliklerle salıverilmeleri, ama adli (siyasi) suçların kapsam dışı bırakılması. Bizim gibi yargı bağımsızlığı tartışmalı ülkelerde, şaibeli kararlarla birleştiğinde, toplumsal barışın önü bariyerle örülmüş oluyor.
Unutulmamalıdır ki;
‘Adaletin olmadığı yerde anarşi başlar!’
Ve ‘Ceza almamış ilk suçtan daha cesaret verici bir şey yoktur!’
Toplumun suç ve ceza konusundaki bu bakış acısının ve hassasiyetinin özenle korunması gerekir. Aksi durumda sadece kişi hak ve özgürlükleri değil, hukuk düzeni ve kamu düzeni zarar görür. Bu nedenle ‘Af’ prensip olarak, ancak istisnai hallerde ve ihtiyatla uygulanması icap eden bir müessese olma özelliğini korumalıdır.
Zira ‘cezasızlık algısı’ hafife alınmayacak denli büyük bir tehlikedir! Toplum sözleşmesinin temeli de, insanın doğaya karşı korunmasından ziyade toplumdaki bireylere karşı korunması ihtiyacına dayanır. İnsanlar devleti can ve mal güvenliklerinin daha iyi korunması, toplumsal düzenin sağlanması için kurmuşlardır. Vatandaşlık görevlerini üstlenmeyi bu yüzden kabul etmiş, cezalandırma ve af yetkilerini bu yüzden devlete devretmişlerdir.
Salt bu nedenle af yasası toplumsal bir zorunluluk nedeniyle önceleniyorsa eğer, burada öncelik devlete karşı işlenen suçlara verilmelidir. Bireylere karşı işlenen suçların affı, sadece zorunlu hallerde düşünülmeli ve bu durumda öncelikle mağdurların zararı giderilmelidir. Mağdurların zararı giderilmeden yapılan örtülü/örtüsüz tüm aflar, bir boyutuyla toplum sözleşmesinin ihlali anlamına geleceğinden toplumsal yapıda onarılmaz yaralar açar.
Çoğu mağdurun ekonomik kayıplarının dahi tazmin edilemediği bir ortamda, af yasası için gerekli olan TBMM üye tam sayısının 3/5 çoğunluğunu sağlayamayacağını düşünen iktidarın, örtülü af düzenleme alışkanlığını Kanun Hükmündeki Kararnamelerle ( infaz yasasında yapılan değişikliklerle) sürdürme ısrarı. Ülkemizde ceza hukukuyla ilgilenen ya da bir suçun mağduru olmuş herkesin malumu olan bir durum olup, ülkemiz ve insanımız bu konuda bir paradoks yaşamaktadır.
Zira hem cezasızlık algısı, hem de cezaevlerindeki aşırı doluluk, mücadele edilmesi gereken iki temel sorun olarak iktidarın önünde durmaktadır. Dolayısıyla ceza adalet sisteminin ters etkileşim içeren iki olguya da çare üretmesi gerekmektedir. Oysa alel acele, her türlü bilimsel gerçeklikten uzak hazırlanan ve 39 maddeden oluşan 9. Yargı Paketi’nin, mevcut soruna çözüm üretmediği gibi, infaz sistemine yönelik yasal düzenlemelerle ilgili çalışmayı belirsiz bir tarihe ötelemesi ‘çözüm’ değil ama, pekala ‘çözümsüzlük’ dayatmaktadır.
Böyle bir kavrayış, kabulleniş ve böyle bir gidişle;
Şiddet nasıl önlenebilir?
Ya da nasıl azaltılabilir?
Dostoyevski ünlü repliğinde; ‘ Herkesi öldürüyoruz sevgili dostum’ diye seslenir ve devamla…
‘Kimini kurşunlarla, kimini sözcüklerle, kimini yaptıklarımızla, kimini de şu ana kadar yapmadıklarımızla…’
Sevgiyle, dostlukla.