“Parasız kalırsa harcayamaz” mantığıyla, milyonlarca yurttaşın gelirini baskılayarak sözüm ona enflasyonla mücadele ettiğini iddia eden Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, yüksek enflasyonun asıl nedeninin ücret artışları olmadığını bal gibi bilmesine karşın, tam tersi iddiada bulunması boşuna değil!
Nitekim Merkez Bankası Başkanının da; “belirgin bir iyileşme sağlanana kadar parasal sıkılaştırmaya devam edeceğiz” minvalinde açıklaması, ücret ve maaş zamlarının gerçekleşen enflasyona göre değil, (İMF’nin bilgisi dahilinde) iktidarın öngördüğü orana göre yapılacağının sinyallerini zaten aylar öncesinden vermişti bile. Böylece milyonlarca memur, emekli, beyaz ya da mavi yakalı işçi için zaten yıllardır sistematik olarak kötüleşen alım gücü daha da beteriyle yüzleşmiş, enflasyonun yıkıcı etkisine terk edilmişti.
Özellikle son yirmi iki yıllık süreç, çalışanlar açısından reel ücretlerde sürekli düşüşlerin yaşandığı yıkım yılları oldu. Daha da fenası, gelinen noktada asgari ücret, ülkenin “ortalama ücreti” olarak kanıksanır oldu! Böylece sermayenin çıkarlarının korunup gözetildiği bir yönetim anlayışı sayesinde Türkiye toplumu, asgari ücret ve muadil ücretlere mahkum bir toplum haline dönüştürüldü. Yani ülkenin neredeyse tamamı “temel gereksinimlerini asgari ölçüde karşılamaya yetecek ücret” anlamına denk düşen en az ücretle yaşamaya terk edildi!
Söylemde “Emeğin En Yüce Değer” olarak kabul gördüğü bir ortamda, “sıkılaştırma politikalarıyla” emeğin Milli Gelirden aldığı pay % 25’lere düşerken, sermaye kesiminin milli gelir payının % 60’lara tırmanması… İstanbul Havalimanının 1,2 milyar Euro tutarındaki kirasının 2042 yılına ertelenmesi, ama çiftçinin traktörüne anında haciz işlemi, kuşkusuz ki ülkede geçerli kılınan korku iklimi sayesinde.
En küçük bir itirazın şiddetle bastırılıp, rezilliğin, hırsızlığın, talanın değil haberini yapmak, lafzının dahi suç teşkil edilip cezalandırıldığı… ama bu eylemleri pervasızca gerçekleştirenlerin, güç ve iktidar ilişkisi içerisinde kendilerini tanımlayıp, neredeyse “yapıyorum, çünkü yapabiliyorum” sözüyle özdeşleştirip kabul görmeleri ülkenin içine çekildiği durumun en yalın ifadesi değil midir?
Başkanlık sistemiyle yaygınlaştırılan otoriter anlayış, toplumsal dokuda oluşturduğu erozyondan ve edilgenlikten ziyadesiyle hoşnut olsa gerek, şimdi de “yeni anayasa” ihtiyacı yaratılarak ve bunu bizzat ihtiyaç yaratan iktidar hakemliğinde çözmeye talip olunması, sanırım pişkinliğin vardığı en uç noktadır. Şayet demokratik refleks gösterilmez ve gerçekleşirse o yeni anayasayla başlayacak yeni dönemin, 12 Eylül ruhuna bile rahmet okutacak şekilde emeğin hakkı dahil, tüm temel hakları ve anayasal özgürlükleri yerle yeksan edeceği açıktır.
Kaldı ki, yumuşama, yumuşatma buluşmalarıyla en değerli zamanını heba eden Türkiye, tarihinin en önemli kırılmalarıyla geçtiğimiz aylar itibariyle tanışmış ve bu kırılmanın kamusal alanda yarattığı tahribatı ibretle deneyimlemiştir! İktidar tarafından özenle yetiştirip büyütülen ve özel olarak dizayn edilen bir kriz bu!.. Adını net koyalım, yüksek yargı eliyle anayasal düzeni tehdit eden, anayasa mahkemesi kararlarını hiçe sayıp meydan okuyan bir karşı duruş.
Engel olunmazsa, önümüzdeki günler emeğiyle geçinenler için zaten kötü olan her şey, ne yazık ki anayasal hak ve özgürlükler bağlamında da vahim’e dönüşecek.
Sevgiyle, dostlukla.