Durgun bir su birikintisine atılan taşın oluşturduğu, iç içe geçmiş halkalar misali! Bir yandan küçük siyasal hesapların, seçimlere yönelik stratejilerin, ayak oyunlarının belirlediği gündemlerle kendimizi sınırlayıp, geleceğimizi heba ediyoruz.
Üstelik gündem başımızı döndürdüğünden olsa gerek, kenarında durduğumuz uçuruma bakamıyoruz bile! “Ne adaletsiz bir dünya bu… Kimi günahları ile yükselirken, kimi iyilikleri ile kaybediyor”(*) Ve biz kendini küllerinden yeniden var eden değerlerimizin, göz göre göre yokluğa sürüklenişini izleyen sessiz, umarsız tribünler gibiyiz!
Her geçen gün, yaşadığımız politik, ekonomik, toplumsal altüst oluşun anlam dünyamızı kısırlaştıran kötücül etkisiyle yüzleşiyoruz. “ Kabul ettik zifiri dünyamızı, ışıktan kaçıyoruz.” (**) Söz artık özgür değil. Sözümüzü sakınır olduk. Bu durum, kendini son 22 yılın dayatmalarıyla sınırlayıp kendi hapishanesinin gönüllü gardiyanı olmayı yeğleyenler için bir anlam ifade etmeyebilir. Ancak özgürlüğün o doyumsuz soluğunu bir nebze olsun hissetmiş yürekler için bu durum asla kabul edilebilir değildir.
Kaldı ki; düşünce özgür olmalıdır. Dile gelemeyen her düşünce solup gider. Düşünmek önce kendimizin ardından iletişim halinde olduğumuz kişilerin anlam dünyalarına kapı aralayacaktır.
İnandıklarını paylaşamazsa insan, bir süre sonra itiraz ettiklerine inanır hale gelir. Baskıya ve zulme boyun eğmek, özgürlükten gönüllü vazgeçiş anlamındadır. Özgürlük yoksa ne düşünce genişler, ne söz çoğalır… Sözün çoğul olmadığı bir dünya nasıl da küçüktür, nasıl da sığdır! Kuşkusuz ki burada işaret edilen özgür düşüncedir. Yoksa sözcüklerin toz taneleri gibi havaya savrulduğu, sözün bıktırıcı biçimde dönüp dolaşıp hep aynı yere geldiği süreçler artık olanca inandırıcılığını yitirmiş durumda.
Oysa marifet, tozumadan birkaç anlamlı sözle yeniden dünyalar kurabilmekte. Toplum özlü söze muhtaç, hiç durmaksızın konuşan politikacıları dinliyoruz. Dinliyoruz da işittiğiniz salt sözün yokluğunu örten bir uğultu, bir laf kalabalığı…
Başka?
Başka bir şey yok! Uzun zamandır birbirinden pek de farkları olmadığını biliyoruz ama farkları olsun istiyoruz. Farkı görmek için ne denli uğraşırsak uğraşalım, anlamı erteleyen söz oyunları içinde ne aradığımızı da bilemez haldeyiz… Söylenecek söz mü tükendi, yoksa sözün aşırılığı onun değerini mi azalttı bilemedim?
Absürt bir oyunun içindeyiz. Umudun kırıntısına tahammülsüz, iyimserliğe karşı amansızca savaşan kıyıcı bir kötümserliğin hedefi olduk. Tutunduğumuz ilkeleri, hedeflediğimiz değerleri yerle bir etmek için taşkın bir arzu, arsızca yayılan bir yıkıcılık, zehirli bir kötümserlik bu. Kendisini sınırlarına dönmeye davet eden her sese kulak tıkayıp, acımasızca yok etme güdüsü…
Kıyıcı tınmıyor… Hayat mayat umurunda değil, aradığı neredeyse ölüm kesinliğinde zehir saçıyor! Herkesin pekala bildiği ama yine de bilmiyormuş gibi davranmayı tercih ettiği bir yıkım süreci!
Sönen, ışığı cılızlaşan, can çekişen kent ve yurttaşlık kavramlarını yeniden, en baştan kurgulamak gerek.
Sevgiyle, dostlukla.
(*) –Shakespeare.
(**) – Bülent Hakan Altuncu- Işık
Yüreğine sağlık abim kalemin tükenmesin özgürlük vazgeçilmez bir yaşamdir