Toplum olarak sözün dönüp dolaşıp hep aynı yere geldiği günlerden geçiyoruz. Farklı şeyler söyler gibi görünürken, aynı yerde takılıp kalan eski bir gramofon misali sürekli aynı lafları tekrar eder olduk.
Her geçen gün, yaşadığımız politik, ekonomik, toplumsal altüst oluşun anlam dünyamızı nasıl da kısırlaştırdığının izlerini taşıyoruz. Söz artık özgür değil. Sözümüzü (dostlarımız hariç) sakınır olduk. Sansürü içselleştiriyoruz. Kendi hapishanemizin gardiyanı olmaya çoktan razı olmuş gibiyiz!
Kanmayın “söz gümüşse süküt altındır” aldatmacasına dostlarım, söylenmezse düşünce düşünce olur mu hiç; dile getirilemeyen her fikir solar gider. İnandıklarını söyleyemezse insan, bir süre sonra daha önce reddettiklerine inanır hale gelir. Baskıya boyun eğmek, özgürlükten gönüllü feragat anlamındadır. Özgürlüğün olmadığı bir iklimde ne düşünce gelişir, ne de söz çoğalır.
Tıpkı düşünürün ifade ettiği gibi; “ düşüncemin sınırları dünyamın sınırları ise, sözün çoğul olmadığı bir dünya, nasıl da küçüktür, nasıl da sığdır!”
Görece sürekli konuşuyoruz. Tuhaf değil mi, hem hiç susmuyoruz hem de hiçbir şey söylemiyoruz? Sözcükler toz taneleri gibi havada tozutuyor. Oysa marifet, tozumadan onlardan dünyalar kurabilmekte. Anlamlı birkaç söze muhtaç, hiç durmaksızın konuşan politikacıları dinliyoruz. Dinliyoruz dinlemesine de işittiğimiz yalnızca sözün yokluğunu örten bir uğultu, bir laf kalabalığından öteye varmıyor… Başka? Başkası yok. Uzun zamandır birbirlerinden pek de farkları olmadığını biliyoruz ama farkları olsun istiyoruz.
Farkı görmek için ne denli uğraşırsak uğraşalım anlamı erteleyen söz oyunları ve havada uçuşan vaatler arasında ne aradığımızı da bilemez haldeyiz… Hatipler, kürsülerde esip gürlüyorlar, ama söyledikleri birkaç slogandan öteye gidemiyor. TV. ekranlarında “sakıncasız” soruları yanıtlayıp iktidara geldiklerinde her şeyin ne kadar da iyi olacağına bizi inandırmaya çalışıyorlar. Ancak sözler etkisiz. Bıktırıcı. Ardı ardına sıralanan tekdüze cümleler, bilmediğimiz bir şeyi anlatmıyor bize…
İktidarı ve muhalefetiyle, maaşlarından tutun da, sağlık harcamaları, sosyal haklar ve emeklilik haklarına değin, (kendileri ölse dahi) tüm aile bireylerinin yararlanabileceği “özel” istisnalardan yararlanma konusunda pek ala uzlaşan anlı-şanlı parlamenterlerimiz, sıra yurttaşa gelince nedense ya reddediyor ya da çekimser kalıyorlar! Bu ikircikli yapılarıyla siyasi partiler, sanki bir sonraki seçimde kimlerin seçileceğini belirlemek için örgütlenmiş gibiler… Sadece kendilerini veya uygun gördüklerini seçtirmek hedefi için devasa bir bürokrasi yaratmış görüntüsü veriyorlar. Parti içi katı hiyerarşi, biraz esnetmek isteyenin ayaklarına dolanıyor. Öyle ki rejim baştan sona değişse de, bu işleyiş yeni durumdan zerrece etkilenmiyor. Sonuçta 12 Eylül’ün ürünü seçim ve siyasi partiler yasasına söylemden öte kimse dokunamıyor bile!
Sonrada kalkıp toplumsal muhalefeti kalıcı bir biçimde örgütleyememenin suçlusuymuş gibi; ( İsmet Paşa’nın çarıklı erkan-ı harp diye tarif ettiği) çiftçi kardeşlerini, esnaf kardeşlerini, işçi kardeşlerini, emeklileri, işsiz gençleri iktidarın politikalarıyla inim inim inledikleri halde yine de onları tercih etmedikleri için cahillikle, ne yaptığını bilmemekle suçlayabiliyorlar.
Halt ediyorlar!..
Sinan bey, güzel bie olmuş. Kutluyorum. Boş konuşmalardan yorulduk. Konuşmadan iş üretenleri severim.
Teşekkürler değerli dost.