“… Ol mahiler ki derya içredir deryayı bilmezler!” 1500’lü yıllarda Hayali’ mahlasıyla dile getirilen yukarıdaki metafor, onca yılın ardından nasıl da özünden, gerçekliğinden hiçbir şey kaybetmeden ayna tutuyor özünü yitirenlere!..
Sığlığına, derinliğine ya da çapına bakmaksızın her kafasına esenin meşrebince kulaç attığı siyaset kurumu, çoğu bilim insanına göre kamusal alanın ve yurttaşlık faaliyetinin zirvesi olarak tarif edilir.
Ancak bu lebiderya alanın müdavimi olan siyasetçiler, Millet iradesinin tecelli ettiği en büyük kamusal alan olan TBMM. de, Anayasa Mahkemesi kararlarının okunmasını kan dökme pahasına engelleyip, kürsü dokunulmazlığı ihlaline yoğunlaşmalarından olsa gerek, ne bulundukları zirvenin ayırdına varmışlar ne de o yüce meclisin yakışanı olmuşlardır! Oysa siyaset, bugün mecliste sergilenen kepazeliklerden azade, sosyal-ekonomik politikalardan dış ilişkilere, toplumsal yaşamı yakından ilgilendiren ve kamusal olması gereken kararlara özgürce katılımın temel aracıdır.
Toplumun ortak yararını belirlemeye ve gerçekleştirmeye yönelik düşünce, söylem ve eylemlerin üretilip geliştirildiği ortak toplumsal etkinlik alanını işaret etmek için kullanılan kamusal alan tanımlaması… Her ne kadar siyaset felsefesinin konusu olup sosyolojik belirlenimlere dayanan bir kavramı ifade etse de, “Kamu” vurgusu, taa yüzyıllar öncesinden yalın ve akıcı Türkçesiyle yolumuzu aydınlatan Yunus Emre’nin düşün dünyasının yansıması mısralarına denk düşmüştür;
“Adımız miskindir bizim, düşmanımız kindir bizim.
Biz kimseye kin tutmayız, kamu alem birdir bize”
Diye seslenen Yunus Emre’nin o duru Türkçesiyle ifade ettiği gibi “cümle alem-herkes” olarak anlaşılabilir. Yani insanın başkaları ile ilişki içinde olduğu her durum aslında kamusal bir durumdur ve kamusal alan, bu türden ilişkilerin açık ve şeffaf biçimde yaşandığı yeri ifade eder.
Özetlersek, nasıl ki kamu devlet demek değilse, kamusal alan da devlete ait olan alan değildir. Devletin kamusal alandaki görevi özgürlükleri korumak ve kamu düzenini kamu görevlileri eliyle sağlamaktır. Bu nedenle, kamusal alan kavramını bahane ederek temel hak ve özgürlükleri kısıtlamak, zor silahına sığınarak kamu güçüyle yurttaşı karşı karşıya getirmek haklı ve meşru olmadığı gibi “mağduriyet fırsatçılarının” eline koz vermekten başka bir şey değildir!
Kamusal alan- özel alan ayrımının derinleştirilmesi ve otoriter bir anlayışa araç edilmesi, toplumsal barışı tehdit eden bir davranış bozukluğudur. Kamusal yaşamı dengeli ve istikrarlı bir özgürlük alanı haline getirmek ancak siyasal erkin, başka bir değişle devletin kamusal yaşamdaki etkinliğinin sınırlandırılmasıyla olanaklıdır. Bu da kamusal alana açılan sivil toplum unsurları arasındaki karşılıklı saygı ve hoşgörüyü esas alan bir sivil toplum alanının genişlemesiyle sağlanabilir.
Ancak bir yurttaşlık faaliyeti olarak salt kamusal çıkarları koruması ve bu doğrultuda karar süreçlerine etki etmesi beklenen sivil toplumun, akçeli işlere bulaşıp “üçüncü sektöre” dönüşmesi, siyasi sürecin fiilen dışına düşmesine neden olmaktadır. Öte yandan, bu kirlenmeyi temelden reddedip kamusal çıkarların yanında mücadeleyi seçen demokratik kitle örgütleri ise anında kriminalize edilip bastırılmaktadır.
Bu bağlamda, kamusal alan ve türevlerine ilişkin zihnimizde oluşan bulanıklığın dağıtılması noktasında, bu kavramın her türden ideolojik manipülasyona doğrudan açık hale getirilmesinin etkisinin altını çizmek gerekir. Bu bulanıklığı gidermenin yollarından biri de kendimizi sorgulama olgunluğuna ulaşıp ulaşmadığımız olacaktır.
Yani en yalın haliyle “Cumhuriyetçi mi- demokrat mı?” olduğumuz konusunda netleşip, ardından, ne kadar cumhuriyetçi ne kadar demokrat olduğumuz sorusuna açıklık getirmemiz olmalıdır.
Sevgiyle, dostlukla.