Demokrasiyi salt parlamentodan, partilerden, seçmenlerin dört-beş yılda bir kullanılan oylardan ve içi boş vaatlerden ibaret sanıp ıskalamak, demokrasiye yapılabilecek en büyük kötülük…
Kaldı ki bu kötücül tutum, demokrasiyi kazanç kapısına dönüştürmek isteyenlerin işini kolaylaştırmaktan başkaca bir işe de yaramayacaktır!
Oysa demokrasi hayatın içinde, gündelik hayata dair taleplerin karşılanma biçimlerinde, bu karşılaşmalar sonucunda taleplerin karşılanıp karşılanmamasıyla anlam bulup yeşerir.
Örneğin yetmiş yılı aşkın demokrasi serüvenimizde tek parti ya da koalisyonlarda hep sağ iktidarlar hüküm süregelmiş durumda. Demokrasinin kesintiye uğradığı askeri rejimlerden bağımsız olarak söylüyorum, seçim yoluyla gelen sağ iktidarların egemen olduğu bir zaman süreci söz konusu! Sadece kısa aralıklarla ( 1961-1964, 1973-1974, 1978-1979) CHP’nin, 1999-2002’de ise DSP’nin birinci parti olarak sağ partilerle koalisyon yaptığı kısa erimli dönemler olsa da siyaseten onların sol iktidarlar olarak adlandırılması zaten olası değil.
1991-1995 arasında ise önce SHP, ardından da CHP’nin küçük ortak olarak katıldığı koalisyonlar yaşandı. Ne ilginçtir ki kendini orta sol-sosyal demokrat diye tarifleyen bu hükümetlerin çoğunlukla ülkenin sosyal/ekonomik olarak sıkıntıda ve bunalımda olduğu dönemlerde iktidara taşınıp, krizin ağır faturasını kendilerine ödettirilmesi halen bir Türkiye klasiği olarak olanca güncelliğiyle önümüzde durmaktadır!
Özellikle emek-sermaye ilişkilerinin piyasa ağırlıklı bir süreçle belirlendiği (1980-2001) neolibaral politikaların gölgesinde, maalesef bu güne değin emekten, emekçiden yana kamucu bir düzenleme yapılmadığı gibi, emeğin kazanılmış haklarına göz konulup parası pula dönüşmüştür!. Bugün olanca yakıcılığıyla yaşamımızı etkileyen ekonominin demokratikleşmesinden bahisle, piyasanın yalnızca sermaye sahibi, mülk sahibi veya farklı imtiyaz sahibi seçkinler için değil de, tüm toplum kesimlerinin katılımı, mülkiyet hakları, üretim kapasiteleri ve bölüşüm talepleri için de çözümleyici olması gerekir.
Yıllar yılı demokrasi denilerek iktidarlar değişmiş ancak çalışanların milli gelirden edindiği payın küçülmesi asla değişmemiştir. Bu haliyle demokrasinin partiler-parlamento- seçimler döngüsünden çıkıp, toplumsal hayatın tüm alanlarını kapsayan bir süreç ve işleyiş biçimi olduğunu hatırlatmakta fayda var.
Seçmenler artık sadece oyunu vererek temsil yetkisini ve toplumsal sorumluluğunu belli bir süreliğine de olsa başkalarına devretmek yerine, yurttaşlık bilinciyle hareket eden, taleplerini dile getirme, sesini duyurma, çözüm üretme, çözüm önerilerini karar süreçlerine eklemleme noktasında birer etkin aktör sorumluluğuyla hareket etmelidirler.
Yani demokratik hak ve özgürlüklerin sadece sermayenin ve ayrıcalıklı kesimlerin taleplerinden ibaret olmadığı, çeperin dışına itilmiş toplumun kırılgan ya da dezavantajlı kesimleri içinde uygulanabilir olduğunun bilinciyle. Her şeyi paradan-kardan ibaret gören kapitalist ekonomi sistemini biran önce terk edip; tercihimizi kamucu, eşitlikçi, toplumsal yararı esas alan, üretken, sosyal bir ekonomik sistemden yana kullanmayı gerçekleştirebilmeliyiz.
İyi güzel de “serbest piyasa ekonomisi” denen ve kamuyu görmezden gelen bu garabet sistemin gemi azılı aldığı bu zaman diliminde normalleşme nasıl gerçekleşecek?
Sanırım tıpkı Ezop masalındaki gibi “ O Çanı Kim Takacak Kedinin Boynuna?” durumlarındayız!
Masal bu ya; bir gün fareler bir araya gelirler ve başlarına musallat olan bir kediden kurtulma planları yaparlar.
Pek çok fikir öne sürülürse de hiçbiri kabul görmez.
En sonunda genç bir fare kedinin boynuna bir çan asmayı önerir.
Böylece kedi kendilerine yaklaşırken çan sesini duyup kaçabileceklerdir.
Bu öneri herkes tarafından alkışlarla onaylanır.
Fakat diye sözüne devam eder genç fare;
“Kafamı bir soru kurcalıyor.
Aramızda kim kedinin boynuna o çanı asacak?”
Evet masalın sonundaki kritik soru tam da budur…
Sahi o çanı kim takacak?
Sevgiyle, dostlukla.