Kuşkular, korkulu rüyalara, korkulu rüyalar da korku ikliminin yaygınlaşmasına katkı yapar. Ve sonunda yaratılan korku iklimi fırsata dönüştürülüp, yönetmenin aracı haline gelir.
Cehaletle başa çıkmak zordur.
Hele birde, cahiliye döneminin döneğine denk gelmişseniz, daha bir zor!
Bilmiyor, görmüyor, duymuyor.
Ama alın terinin hakkını bir güzel pazarlayıp, utanmadan işkembe-i kübradan savuruyor.
Emekçinin aidatlarıyla oluşan sırca köşklerde yaşayıp, görevi üyesinin yaşam standardının yükseltilmesini gözetmek olan sendika başkanının, Asgari ücret çalışmaları öncesi yaptığı açıklamaya bakar mısınız?
Açlık sınırının altını kabul etmeyecekmiş. Yani beyefendi açlık sınırına çoktan fit olmuş!
Oysa açlık sınırı, “zorunlu temel ihtiyaçların karşılanması” anlamında olup, Türk-İş yoksulluk sınırını 25 bin lira olarak çoktan açıklayandır.
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin, 23. Maddesinin 3. Fıkrasına göre;
“ Çalışan herkesin, kendisi ve ailesi için insan onuruna yaraşır bir yaşam sağlayacak düzeyde, adil ve elverişli ücretlendirmeye hakkı vardır; bu, gerekirse başka korunma yollarıyla desteklenmelidir.”
Devletimizin taraf olduğu bu sözleşme anayasal güvence altında olup, devleti kişilere karşı uluslararası hukuk düzleminde sorumlu tutar.
Ama gelin görün ki, üyesine açlık sınırında bir ücreti reva görüp öneren, yaptığıyla da “kırmızı çizgimiz” diye övünen işçi temsilcisi. Nedense ülkemizin taraf olduğu uluslararası sözleşmenin hükümlerinin uygulanıp uygulanmadığı noktasında, sorgulamada bulunmaktan şiddetle kaçınıyor1
Bir yanda, açık kalmış mikrofondan işçiyi pazarlarken suçüstü yakalanan ar damarı patlamış sendika başkanları, diğer yanda “İş-Kur” önünde uzayıp giden işsizlerin umut kuyrukları!
Her geçen gün daha bir güçlenen bu cinnet ortamında, umursamazlık ve yozlaşma eğilimlerini izledikçe, yaşanan tüm yetmezlikleri çözümleyip paylaşmak bir yana; Parmaklar klavyeye kitlenip kalıyor, yazmak gelmiyor insanın içinden.
Yazıyoruz da ne oluyor, kim umursuyor? Ya da, biz de yazmazsak olup bitenleri kim bilecek? bir kişiye de ulaşsak yine de yazmalıyız, diye Arafta kalıyor insan.
Gerçekten yazıyoruz ama inanın ki toplumsal karşılığı acaba neye tekabül ediyor? Yoksa kendimizi mi avutuyoruz düşüncesi, çoğu kez moralimi bozup yerle yeksan ediyor. Kuşkusuz böyle bir çıkarım çok umut kırıcı. Ama toplumun kahir bir çoğunluğu tepkisiz, bir kesimi ürkek, bir kesimi ise tam Aziz Nesinlik!
Cumhuriyetimizin kritik bir eşikten geçmekte olduğu konusunda, tüm duyarlı yüreklerin hemfikir olduğu bir süreçte, toplumsal talepler doğrultusunda inisiyatif alıp, insanları bir masa etrafında toplayıp çözüm arayan ittifakın kurucusuna, hem de aynı taraftan laf sokuşturmak, özel bir görevlendirme değilse, en hafifiyle provokatif bir yaklaşımdır.
Polemikleriyle sık sık gündeme gelen bu aklı karışmış arkadaşın, teşekkür borçlu olduğu bir partinin genel başkanına kamuoyu önünde gönderme yapması hakkı ve haddi değildir. Akşener’in yeni A Takımında yer vermediği İstanbul milletvekili Yavuz Ağıralioğlu’nun son erimde, ısrarla etnisite arayışı içine girip, Türklüğe İslam şartı koşma gayreti! yani doğrusunu bildiği yanlışı ısrarla tekrarlaması şuurlu bir kötülük değil de nedir?
Oysa önyargılardan arınmış, hoşgörülü onurlu bir duruş. Tüm insani değerlerin bileşkesidir. Onurunu korumak, onuru için yaşamak ve hoşgörülü olmak yalnız insana özgüdür.
Onurdur insanı ilkellikten çekip sıyıran…
Daha dün, halkın bütçesinin görüşüldüğü gazi mecliste, Trabzon milletvekili sayın Hüseyin Örs’e ölümcül derecede şiddet uygulanması milletin mabedine yapılan açık bir saldırıdır. Şiddetin ulaştığı seviyesizliğin daha iyi anlaşılması için zihin acıcı olan bu menfur saldırıyı kınıyor. Saygın ve beyefendi kimliği ile her Trabzonlunun gönlünde yer edinen sevgili vekilimize geçmiş olsun dileklerimizi gönderiyoruz.
Sevgiyle, dostlukla.